DIONYSOS TİYATRO VE İLKLER

Tiyatro, Yunanca theatron (θέατρον), yani “görme yeri”anlamına gelen sözcükten türemiştir. Çünkü günümüzdeki anlamıyla çağdaş tiyatronun tarihi tanrısı Dionysos adına yapılan dinsel törenlere dayanır. İlk tiyatro şenliği M.Ö. 534 yılında Atina’da yapılmıştır. Antik çağ’da tiyatro, üst sınıfa özgü bir etkinlik sayılırdı. Her yıl Dionysos’u kentin hangi ileri geleninin onurlandıracağına karar verilir ve bu kişi etkinlikleri düzenlenirdi. Bu nedenle sosyal itibarla doğrudan ilgiliydi. Tanrı adına bir yarışma yapılır ve en iyi oyun, hazırlayan kişinin itibarını arttırırdı. Festival niteliğinden dolayı popüler olarak nitelendirilebilecek olan antik tiyatro, günümüze de örnekleri kalmış olan, genellikle amfitiyatro olarak adlandırılan sahnelerde sergilenirdi.

Tiyatronun tarihçesinde ilklerden olan Dionysos XXI. Yüzyılın en çok okunan filozofu Nietzsche’nin ilk eseri “Trajedinin Doğuşun’a da konusudur. Trajedi antik Yunanların varlık anlayışının beşiğidir. Trajedi; iki sanat ilahi Apollon ve Dionysos arasındaki kozmik oyunundan doğandır. Bu doğuş yani trajedi hayattaki paradokslara ve trajedinin yapısındaki kırılmalara rağmen pesimizme ve atalete düşmemek hatta hayata sıkıca sarılmak anlamına gelir.
Müller,tiyatronun tarihinin dayandığı Yunan trajedisinin fikrinin Dionysus tapınmalarında saklı olduğunu ortaya koyar. Dionysos ayinlerinde dans eden kahramanların maskelerle rollerini canlandırmalarını “ kendi varlıklarını terk etmek” , kendi benliklerine yabancılaşma arzusunun bir yansıması olduğunu düşünür Müller. Trajedinin korodan Satyr korosundan doğmuştur. Satyr’ler, Dionysos kutlamalarında koroyu oluşturan belden üstleri insan belden aşağıları at ve teke olan maskeli oyunculardır. Satyr korosunu seyreden Grek insanı, koronun görüntüsü ve büyüsüyle kolayca dünyadan kendinden uzaklaşır ve doğaüstü mitleri mitleri temsil eden mistik koronun harmonisinde erir. Böylece Satyr korolarına katılmış olan Yunanlının hayatını sanat yoluyla korumuş olur. Satyr korosu ve seyircisi ferdiyetinden öylesine uzaklaşır ki koro ruhuyla birleşir tek vücut olur. Koro ve seyirci ayrımı kalmaz. Trajedik olayların o anda sahnede yaşanması, birleşme, yaşanan acıların dile getirilirken tek duyguda buluşulması trajediyi büsbütün bir eylem kılar. Oyunla birleşen seyirci artık maskeli birer insan olarak değil, korodaki çoşkun ruhla birleşmiş Dionyzik insan haline gelir. Bu noktada hayatın ve ahengin ilahı Apollon ortaya çıkar. Dionyzik çoşku içerisindeki insan, bu dionyzik çoşkunluğu Apollinik sanat eserine yansıması olarak görür.

Tiyatronun tarihi ve ilklerden bahsettiğim yazımı bugün yani 29 Nisan 1979’da kaybettiğimiz Türk tiyatrocu Muhsin Ertuğrul’u anarak bitireceğim. Yönetmen yapımcı, oyuncu Muhsin Ertuğrul’a da Türk tiyatrosunun batılı anlamda kurucusu olarak kabul edilen Muhsin Ertuğrul, sinema alanında daTürkiye’de ilk önemli katkıları gerçekleştirmiş; 1922-1939 yılları arasında Türkiye’de film yapan tek kişi olarak kalmıştır.

(Ülkemizde sanat ve bilim felsefe düşmanlığının başını alıp gittiği bu zamanda tiyatronun sanatların tarihçesini ve ilklerini daha büyük bir özlemle anıyorum. )

GREENSEA

RUMORS ABOUT NIETZSCHE WHICH EVERYONE KNOWS

  1. Nietzsche was crazy.
  2. Nietzsche hated woman.
  3. Nietzsche was a Nazi.
  4. Nietzsche hated Jews.
  5. Nietzsche favored Eugenics.
  6. Nietzsche was Fascist.
  7. Nietzsche adored The Power.
  8. Nietzsche believed that ” All Is Permitted”.
  9. Nietzsche was Nihilist.
  10. Nietzsche admired Barbarians.
  11. Nietzsche drove students to murder.
  12. Nietzsche was a drank and he took drugs.
  13. Nietzsche could not dance.
  14. Nietzsche had no sex life.
  15. Nietzsche had Syphilis.
  16. Nietzsche hated Christianity.
  17. Nietzsche was a Atheist.
  18. Nietzsche condones cruelty.
  19. Nietzsche was a frustrated composer.
  20. Nietzsche was in love with Wagner’s wife.
  21. Nietzsche was also in love with Wagner.
  22. Nietzsche was a relativist.
  23. Nietzsche was an egoist.
  24. Nietzsche praised war.
  25. Nietzsche was a (pre)Postmodernist.
  26. Nietzsche argued Fallaciously.
  27. Nietzsche sees the Ubermensh as an Evalutionary Goal.
  28. Nietzsche wrote only disorganized Aphorisms.

İNSANOĞLU’NUN ROMANTİK İCADI AŞK

“Aşk, çok zor bir şuur bozukluğudur” der Platon. Bu bozukluğu sağlıklı bir olguymuş gibi göstermek için aşk kavramını romantizim ve duygusallık ile çevreleriz. İlişkinin ya da iki kişi arasında yaşanan durumun aşk olması için basamaklar belirler, akla yakın ya da uzak sebepler uydururuz. Uydurma sebeplerini aklamak için ise aşkın akıl işi olmadığını savunuruz açıklanamaz olduğunu anca yaşanabileceğini, yaşarken de ayaklarımızın yerden kesik, başımızda da kavak yelleri olduğunu söyleyip klasik kalıplaşmış ifadelere sığınırız.

Oysa aşk diye bir olgu yoktur, aşk sadece bir yanılsamadan ibarettir. İnsanoğlu her şey de olduğu gibi hikayeleştirme arzusunun izinde süslemelerle gerçeklikten uzaklaşma isteğiyle bu olguyu hayatının mucizesi olduğuna dair kendini kandırmasına şahit oluruz.

Kandırmacasız, tamamen çıplak haliyle nedir aşk? Aşkı tanımlamak için kaynaklar hikayeler boldur ama bu kavramı açıklamak zordur. Aşk üzerine yazılmış denemeler, hikayeler ta eski Sanskrit edebiyatından başlayarak günümüze kadar uzanırlar. Günümüze kadar gelen aşkın tariflerinden biri Bertrand Russel’a aittir. Bertrand Russel’a göre “kadına bu kadar değer verilmesinin sebebi, onu ele geçirmekte çekilen güçlüğün psikolojik etkisidir. Bir kadını elde etmekte (yani cinsel anlamda birlikteliğe ikna etmekte) güçlük çekmeyen erkeğin duygularının romantikleşmesi aşka dönüşmesi beklenemez. Bunu günümüze uyarlayıp ifade edersek, peşinden koşturup, kaçan kovalanır şeklinde davranıldığında ulaşılmazlık hayranlığa hayranlık da aşka dönüşür diyebiliriz.

İnsanların biraz bu kaçma kovalama şeklindeki ulaşılmazlık oyunu, biraz da bilgisizlik ve aşkı gerçek bir kavram haline dönüştürme isteği Platon’un da ifade ettiği gibi şuur bozukluğu sebebidir. Bu şuur bozukluğunun sebebi toplumdur, toplumların cinselliği düzenlemek amacıyla koyduğu engeller ve kurallardır. Toplumsal engellerin ve yasakların gücü içgüdü yerine toplumsal baskıdan doğar. İşte bu yüzden evlilikler, sadece içgüdüsel bir dürtünün değil, karmaşık kültürel toplumsal dayatmaların da bir sonucudur. Kültür, evlileri veya yeni evlenecekleri birbirine bağlamak ve onların heyecanlarını ve davranışlarını düzenleyip kalıba sokmak için kişisel için güçlü araçlara sahiptir.

Şuur bozukluğunun etkenleri olan toplumun kültürün ve baskının olmadığını yani toplum ve kültür kurallarına uymak zorunda olmayan içgüdüleriyle davranmakta özgür olan canlı türlerine; hayvanların dünyasına bakarsak eğer fark apaçık ortadadır. Hayvanların insanlara oranla daha belirgin olan kızışma dönemleri vardır. Hayvanların yine insanlara oranla kızışma dönemleri dışında cinsel ilgileri sönüktür hatta zihinlerinden cinsellik çiftleşme düşüncesinin zerresi bile yoktur. Çünkü hayvanların çevrelerindeki vahşi tehlikeli hayat her an cinsellik güdüsü ile yaşamalarını imkansız kılar. Oysa insanlarda böyle belli bir kızışma dönemi olmadığı gibi toplum kültür tarafından görülemeyen fakat hissettirilen baskıyla insan her an cinsel dürtüyle yaşar. O dürtü en olmadık anlarda varlığını hatırlatıp insanlara zor anlar yaşatabilir hatta hayatını geri dönüşü olmayan bir tehlikeye bile sokabilir.

İnsanoğlu, kendi aklıyla çabasıyla icat ettikleriyle ilerlediğini sanmış fakat icat ettiklerinin kölesi haline gelmiştir. Cinsellik konusunda yaşadığı sıkışmışlık baskı sadece bu icatlarından biridir. Belki de en çok baskılamak zorunda kaldıklarından biridir.

İnsanoğlu, uygarlık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşamaya çalışmak da inadını sürdürmektedir. Tıpkı aşk ve cinsellik olgusunda yaptığı gibi her konuda gerçeği sorgulamaktansa romantik hayalperest yanılsamalara kapılıp gerçeklerin üzerini örtmeyi tercih etmektedir. Bunun uygarlık tarafından iyice köşeye sıkıştırılıp gerçekten yok edilinceye kadar süreceğini söylersek hiç abartmış olamayız çünkü hayaller ütopyalar yanılsamalar kendi elimizle de yaratmış olsak gerçeklerden daha güzeldir çoğunluk için.

GREENSEA

Happy birthday NIETZSCHE!!!

Uyku ve erdem üstüne pek güzel konuşan bir bilgeyi övdüler Zerdüşt’e: kendisi bu yüzden çok saygı görür, el üstünde tutulurmuş, bütün gençler de kürsüsünün önünde otururlarmış. Ona gitti Zerdüşt ve bütün gençlerle birlikte, kürsüsünün önüne oturdu. Ve şöyle buyurdu bilge:

Saygı ve utanç duymalı uykunun karşısında! İşin başı budur! Ve kötü uyuyanların ve geceleri uyanık duranların yolundan çekilin!

Hırsız dahi utanç duyar uykunun karşısında: hep geceleyin sessizce çalar. Utanmaz ama gece bekçisi, utanmadan taşır düdüğünü.

Öyle kolay bir sanat değildir uyumak: onun uğruna bütün gün uyanık durmak gerekir.

Günde on kez alt etmelisin kendini: bu iyi bir yorgunluk verir ve canın afyonudur.

On kez yine barışmalısın kendinle; çünkü altetme acıdır ve kötü uyur barışmayan.

On gerçek bulmalısın günde, yoksa gece de ararsın gerçeği ve canın aç kalır.

On kez gülmelisin günde ve sevinmelisin: yoksa miden, o dert babası, gece seni tedirgin eder.

Bunu bilen azdır: İyi uyumak için kişide bütün erdemlerin bulunması gerekir. Yalan yere tanıklık mı edeceğim? Zina mı edeceğim?

Komşumun hizmetçisine göz mü dikeceğim? Bütün bunlar uykuya iyi gelmez.

Ve kişide bütün erdemler olsa bile, bilinmesi gereken birşey daha vardır: Erdemlerin kendilerini de tam vaktinde uykuya yollamak.

Birbirleriyle çekişmesinler diye bu hanım hanımcık dişiler! Senin yüzünden, ey mutsuz kişi!

Tanrıyla ve komşuyla barış: bunu ister iyi uyku. Ve komşunun şeytanıyla dahi barış! Yoksa geceleri tebelleş olur sana.

Yetkililere saygı ve boyun eğiş, çarpık yetkilere dahi! Böyle ister iyi uyku. Çarpık bacaklar üstünde yürümek istiyorsa güç, benim elimden ne gelir?

Her kim koyununu en yeşil otlağa götürürse, ben ona her zaman en iyi çoban derim: bu bağdaşır iyi uykuyla.

Ne çok şerefim olsun isterim, ne de çok hazinem: bunlar safra kabartırlar. Ama iyi bir adın ve küçük bir hazinen olmazsa iyi uyunmaz.

Bence küçük bir topluluk kötü bir topluluktan yeğdir: tam vaktinde gelip gitsinler de. Bu bağdaşır iyi uykuyla.

Çok hoşuma gider ruh yoksulları da: bunlar uykuyu ilerletirler. Mutludurlar, hele kendilerine her zaman hak verilirse.

Böyle geçer erdemlilerin günü. Gece olunca uykuya çağırmaktan sakınırım! Çağrılmak istemez o, uyku, erdemler hakanı!

Ama gündüzün ne yaptığımı ve ne düşündüğümü düşünürüm. Böyle, inek gibi sabırlı, geviş getirirken kendime sorarım: senin on yengin nelerdi?

Ve gönlümü gönendiren on barışma ve on gerçek ve on gülüş nelerdi?

Ben bunları düşünür, kırk düşüncenin beşiğinde sallanırken, birden bastırır beni uyku, o çağrılmayan, erdemler hakanı.

Uyku gözlerime vurur: onlar da ağırlaşırlar. Uyku ağzıma dokunur: o da açık kalır.

Doğrusu, yumuşak tabanlar üzere gelir bana hırsızların en sevgilisi ve düşüncelerimi çalar: şu kürsü gibi aptal, kalakalırım ben de.

Ama fazla kalamam böyle: artık yatarım.

Zerdüşt bilgenin bu dediklerini işitince için için güldü. Çünkü içine bir ışık doğmuştu. Ve şöyle dedi gönlüne: Bence soytarının biri bu kırk düşünceli bilge; ama uyumayı iyi biliyor sanırım….

“En sevdiğim düşüncelerinden biri ile Nietzsche’nin 170. yaşını kutluyorum 🙂

NIETZSCHE VE FELSEFESİNE DAİR NOTLARIM BÖLÜM II

DECADENCE ÜSLUP

Nietzsche bir sisteme inanmıyordu, her sistemden nefret ediyordu. Bu konuda ne kadar haklı olduğu ayrı bir mesele… Kaldı ki kendisi: “Bu düşünürün çürütülmek için hiç kimseye ihtiyacı yoktur: bunun için o kendisi yeter” diyordu. Hegel, Schelling, Fichte, Spinoza ve Thomas Von Aquin başarıyla felsefi birer sistem kurdular. Kant ve Platon için aynı şey iddia edilemez. Sokrates de bir felsefi sisteme itibar etmedi. Nietzsche’nin ise bu konuda kendine göre sebepleri vardı. Ona göre bir sistem ne olursa olsun öngörülere, şartlara uymak mecburiyetindeydi. Sistem düşünürü temel kabullerden hareket ederek, bir fikirler ağı örer ve sonra da bu ağı hakikat olarak kabul eder, kabul ettirmeye de çalışır.

Zamandan istifade ediniz, o pek çabuk geçer gider. Lakin intizam, size vakit kazanmasını öğretir. Onun için değerli dostum, ben size ilk önce mantık dersini tavsiye ederim. O zaman fikriniz güzelce terbiye edilir ve ona gem vurulur ki bundan sonra daha basiretli olarak, düşünceleriniz yolunu takip etsin ve öyle uluorta hayallere kapılarak, öteberiye sapıtmasın.

Sonra size günlerce, mesela yemek ve içmek gibi, bir hamlede ve serbestçe yaptığınız işlerde bile: Bir! İki! Üç! Demek icap ettiğini öğretecekler .Esasen fikir imalathanesi, bir dokuma şaheserine benzer: bir ayak basışı binlerce ipliği harekete getirir, iplikler göze görünmeden akar ve bir darbe binlerce ilmiği sıkıştırır.

İçeri giren filozof, size meselenin şöyle olması gerektiğini: birincinin böyle, ikincinin şöyle, bundan dolayı üçüncünün dördüncünün de öyle olduklarını ve eğer birinci ile ikinci olmasaydı, üçüncü ile dördüncünün hiçbir vakit olmayacağını ispat eder. Bunu her yerde bütün mektepliler takdir ettikleri halde, gene birer dokumacı olamamışlardır.

NIETZSCHE VE FELSEFESİNE DAİR NOTLARIM BÖLÜM I

Nietzsche muzdarip bir filozoftu. Herkes gibi o da sorular sordu:”Aşk nedir? Yaratış nedir? Hasret nedir? Hayatı ebedi bir arayış olarak algıladı. Peşin fikirlere hiç itibar etmedi. Mutlak hakikat, Tanrı, Hıristiyanlık, metafizik ve estetik gibi en kadim sorulara kendi tarzında ve bütün samimiyetiyle cevaplar aradı. İnsanı, hayvanla insanüstü arasına gerilmiş bir ip olarak gördü. Ona göre insan,” bir gaye değil, bir köprü, bir geçiş ve bir batıştı”. O, “her gün hayatı ve hürriyeti yeniden fetheden insanı” arıyordu. “Ben bütün o adamları severimki”, diyor Zerdüşt, “insanların üstünde asılı duran siyah buluttan tek tek düşen ağır adamlar gibidirler: Onlar yıldırımın gelmekte olduğunu haber verirler ve haberci olarak helak olurlar. Bakın ben bir yıldırım habercisiyim ve bulutun ağır bir damlasıyım: Amma bu yıldırımın adı “Üstüninsandır”. Nietzsche’nin rüyasından doğan üstüninsan , Mevlana’nın “insan-ı kamilinin” farklı bir versiyonudur. Üstüninsan, pazıları güçlü bir tiran, zalim gaddar ve müstebit değildir. Onun kastettiği üstüninsan, gözü şaşmayan, iradesi kırılmayan, öz benliğini arındırmış, varoluşun bütün paradokslarını aşmış, nefsine karşı en katı; fakat başkalarına karşı ince ruhlu ve iyi huyludur. Üstüninsan, anlatılamaz bu yüzden Zerdüşt de “ben bu kulaklara göre ağız değilim” der ve üstüninsanı halka anlatmaktan vazgeçer

DİL VE USLÜP

NİHİLİZM’DEN MİSTİSİZM’E

Yirminci yüzyılı en çok etkileyen filozof… En çok okunan, en çok konuşulan, ama en az anlaşılan filozofu… Şair mi, filozof mu, filolog mu? Bu sorunun cevabını hiç kimse veremedi. Veremedi, çünkü o bir dil delisiydi, dilin tüm labirentlerini dolanan titiz bir üslup delisi. O bir şairdi, şair sözüne inanmayan bir şair. Zorlu bir filozoftu, amma hiçbir felsefi sistemi yoktu, çünkü felsefeyi seviyordu, fakat hiçbir felsefi sistem şair mizacına uymuyordu. “Sistem inşa etmenin çocukluk olduğuna inanıyordu”. Diyordu ki, “ ben bir sistem kabul edecek kadar dar görüşlü değilim –bu benim sistemim içinde geçerlidir.”

Hiç kimseyle iyi geçinemiyordu, çünkü o “bir dinamitti, kimsenin eline almaya cesaret edemediği bir dinamit.” O yüzden yalnızdı hastaydı ve derbederdi ve çağları nasıl aydınlattığını göremeden delirdi. Felsefeyi çekiçle yapıyordu, o yüzden yıkıcıydı, yıkıcılıkta Kant’tan beterdi. İlahi ne varsa çekiçledi. Yıkmayı parçalamayı ve acımasızca saldırmayı bir tür teşekkür olarak algıladı. Bir Yunan trajedisindeki trajedi kahramanının kaderini yaşadı: Üzerine devrilenler bizzat kendi yonttuğu zarif fikir sütunlarıydı; bu sütunlar altında can verdi. Onun tefekkür sırrını öğrenmek isteyenler, bizzat onun da kurtulamadığı bu tehlikeli labirente inmek mecburiyetindedirler.

ALKYONİK BİR TON
“Ecco Homo’da ilk defa Zerdüşt’üm ışıklandırılıyor, tüm asırların ilk kitabı, geleceğin İncil’i tüm beşeriyetin kaderini ihtiva eden insan dehasının yüksek patlaması.

Nietzsche her ne kadar sonraları Zerdüşt’ün bir kutsal kitap olarak kabul görmesinden endişe etmiş olsa da, şaheserini geleceğin İncil’i olarak takdim etmek istemektedir.
Nietzsche, “herkes ve hiç kimse için bir kitap” yazarken alkyonik bir üslup kullandığını söyler. Aşina olmayanlara, bu üslup hiçbir şey söylemez; bu üslubu anlamayanlar Zerdüşt’ü de anlamayacaklardır. Anlamayacaklardır, çünkü bu “yanıltıcı üslup “ ile anlatılmak istenen içsel bir durumdur, coşkunun ve ruh halinin dışa vurumudur. Bu üslup, okuyucu ile filozof arasına çekilmiş görünmeyen bir cambaz ipi gibidir; okuyucu da müthiş bir zihni gerilim ve merak yaratır, bu gizli cambaz ipi üzerinde yeterince dikkatli olmayanlar fikrin kapkaranlık uçurumuna yuvarlanabilirler.
Nietzsche’nin bahsettiği “alkyonik ton” nedir? Nietzsche Yunan mitolojisine hakimdir ve felsefesini inşa ederken bu mitolojiden zaman zaman yararlanır. Yunan mitolojisinde Keyx ve Alkyone iki mutlu aşıktır; öylesine ki kendilerini zaman zaman Zeus ve Hera’ya benzetirlermiş. Ne var ki rüzgar tanrısı onların bu mutluluğunu kıskanmış ve bir gün onları birer deniz kuşu haline getirmiştir. Rüzgar tanrısı bu kuşların kış mevsimlerinde dalgalar üzerine yuva kurabilmeleri için sakin havalar gönderirmiş. Yunanlı gemiciler kışın bu sakin ve rüzgarsız günlerine Antik mitolojiden esinlenerek alkyonik adını vermişler.

Sakin ve rüzgarsız geçen bu kış günleri, sükunetin ve istirahatın sembolü olduğu gibi aynı zamanda da bekleyen bir fırtınaya ve gelecek bir mücadeleye işaret ederler. Sükunet zamanı geçici istirahat günleri sayılıdır; asıl olan kalıcı olan sopuk fırtınalı günlerdir. “Nietzsche’nin alkyonik ton dediği üslup kış metaforuyla anlatılan zorlu hakikat gücü ve yüksek bir idrak ve irade gerektirir. İşte Nietzsche tüm kutsal kitaplara dinlere ve filozoflara saldırırken çetin bir kış gibi soğuktur.

Sakin ve rüzgarsız geçen bu kış günleri, sükunetin ve istirahatın sembolü olduğu gibi aynı zamanda da bekleyen bir fırtınaya ve gelecek bir mücadeleye işaret ederler. Sükunet zamanı geçici istirahat günleri sayılıdır; asıl olan kalıcı olan sopuk fırtınalı günlerdir. “Nietzsche’nin alkyonik ton dediği üslup kış metaforuyla anlatılan zorlu hakikat gücü ve yüksek bir idrak ve irade gerektirir. İşte Nietzsche tüm kutsal kitaplara dinlere ve filozoflara saldırırken çetin bir kış gibi soğuktur.