VOLTAIRE’IN DEIST TANRI DÜŞÜNCESİ

Deist olarak bilinen Voltaire düşüncelerinde, Tanrı ve Hristiyanlığa sosyolojik sebeplerden dolayı ve insan doğasına aykırılığı nedeniyle  karşı çıkmıştır.

Dinlerin, insanları sınırladıklarını, doğal hayattan gelen haklarını kısıtladıklarını ve onları baskı altına almaya yaradıklarını söyler. Hristiyanlığın insanların neye inanmaları gerektiği, nasıl yaşamaları gerektiği hakkında vaaz verdiğini, bunun da ilerisine giderek ölüm sonrası inancı empoze ederek insanın aşağılanmasını, hor görünmesini kutsallaştırdığını da ekler sözlerine.

Tanrı ve kiliseye karşı bu düşüncelerine rağmen Voltaire, insanların inançsız yaşayamacağına inanır. Bu nedenle materyalist ateizm yerine deizmi benimser. Çünkü tanrısız yaşanamayacağı ve var olunamayacağı görüşündedir. Tanrının olmaması durumunda bile, bir tanrının icat edilmesi gerektiğini öne sürer…

Bence, Voltaire’in yaklaşımını ve Hristiyanlığının mazlum, hor görülmeye yönelik düzeninin eleştirisini söylediği şu cümle oldukça  güzel özetlemektedir.

‘’Tanrının olmadığını sakın hizmetçime söylemeyin, bunu öğrendiği o gece, beni öldürür…’’

GREENSEA

 

SİSİFOS’UN TRAJEDİK DÖNGÜSÜNE GÖRE YAŞAMIN DEĞERİ

sss

Ölümlülerin en bilgesi olan Sisifos, Zeus’u kızdırması sonucunda kayayı bir dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmış, tam çıkardığı sırada taş tekrar düşmüş; aynı şeyi bir döngü halinde hayatı boyunca sürekli yapmak zorunda kalmıştır.

Mitolojiden beslenen Sisifos Söyleni eserinde Camus, Sisifos’un yaşadığı durumu bir trajedi olarak tanımlamıştır çünkü sürekli olarak başa dönecek ve sonuca ulaşamayacak bir döngü içindedir, her deneyişinde başına geleceği bilmesine rağmen yine de gayret etmektedir. Bu durumu örnekleyen  Camus, insanın yaşama yüklediği anlamı da saçma ve trajik bulur. İnsanın, sonunda öleceğini unutarak; zaman kavramı içinde sürekli olarak benzer şeyleri, gayretle yapmaya çalışması aslında Sisifos’un düştüğü aldatmacanın bir benzeridir.

Camus; yaşamı şekillendirmek konusunda insanın bir yetisi yoktur, dinler insanı yaşamak için bir gayrete ve bağlılığa iten birer afyondur der. İnsanın kendi yetisiyle karar verebileceği tek şey yaşamın yaşamaya değip değmeyeceğidir. Bu noktada intihar eylemi de bir felsefi sorun olarak karşımıza çıkar. Camus, yalnızca “çabalamaya değmez” demektir kendini öldürmek diyerek intiharı Sisifos miti ışığında işte bu şekilde tasvir eder.

GREENSEA

 

CAMUS’UN UYUMSUZ İNSANI

 

Albert Camus, ‘Yabancı’ kitabında ve ‘Sisifos Söyleni’ denemesinde ‘uyumsuzluk’ kavramını işlemiş; bu kavram paralelinde insan yaşamını, intiharı ve hayatı sorgulamıştır.

Camus’un bu eserlerinde temel aldığı ve ‘uyumsuzluk’ kavramını anlatırken etkilendiğini söylediği şey, Antik Yunan mitolojisindeki Sisifos mitidir.

Sisifos, yaptıkları sonrasında Zeus tarafından yeraltı dünyasında bir kayayı çıplak elleriyle yamaç boyunca yukarı çıkarmak ile cezalandırılır. Yamacın tepesinde kayanın durabileceği bir alan yoktur ve kaya her seferinde tekrar düşer. Sisifos, cezası gereği bu döngüde sonsuza kadar sürekli kayayı yukarı çıkartacaktır. Bu durum da Sisifos’ta umutsuzluğa sebep olur ve hayata bağlanma durumunda bir uyumsuzluk yaratır, içinde bulunduğu absürt durumu kabullenmesini sağlar.

Albert Camus da bu mitten beslenen düşüncesinde; acı çekmek, intiharı düşünmek, hayatı sürekli sorgulamak, umutsuzluğa kapılmak his ve düşüncelerinin düzene karşı bir uyumsuzluk yarattığını, tekrarlayan döngülerin içinde bir süre sonra anlamlı bir umursamazlık meydana getireceğini belirtiyor.

Düşünürün, ‘hayat hiçbir şey değildir, itina ile yaşayınız’ cümlesi de aslında bu uyumsuzluğu ve kabullenmeden gelen umursamazlığı açıklamamıza oldukça yardımcı oluyor.

GREENSEA

 

ANTİK YUNAN DÖNEMİNİN KADINI

Eski Yunanda rahime sahip birisinin herhangi bir yasal statüsü yoktu. Bu kişiler ne toplumsal alana katılabiliyorlardı, ne de hakim, filozof, siyasetçi, sanatçı olabiliyorlardı. İş kurmaları, felsefi bir tartışmaya katılmaları ya da okuma- eğitim alma hakları yoktu. Bu durumun sebebi Atinalıların, erkekleri kadınlardan daha üstün ve dingin görmesiydi.

Bu görüşün altında ise ana iki sebep yatmaktadır. Bunlardan birincisi Pandora’nın kutusu miti, diğeri ise Truvalı Helen’dir. Bildiğimiz gibi Zeus, insanları cezalandırmak için çok güzel bir kadın olan Pandora’yı yaratmış ve sonrasında Pandora’da ‘Pandora’nın kutusu’ olarak bilinen çömleği açarak kötülüğün yayılmasına sebep olmuştur. Mitolojide insanlar arasındaki kötülüklerin, katliamların, savaşların bu olay sonrası başladığına inanılır. Truvalı Helen de güzelliği ve sevgisiyle yaşadığı dönemde birçok husumete, savaşa sebebiyet vermiş yine kötülük sebebi olarak görülmüştür.

Bu iki olgu nedeniyle kadınlar Yunan medeniyetinde uğursuz, kaosa-kötü şeylere sebebiyet veren olarak görülüyordu. O nedenle erkeklerle aynı statüye sahip değillerdi, toplumsal hayattan dışlanıyorlardı. Onlara rahmine sahip olanlar diye hitap edilmesinin sebebi de; doğurganlıklarının en büyük belki de tek vasıfları olarak görülmesidir.

GREENSEA

DÜZENLİ KAOS / KAOSLU DÜZEN

İnsanın belki de en büyük hatası diğer insanları da kendisi gibi sanması ve o insanlarla bir arada yaşayabileceğini düşünmesidir. Bu hata, insanın diğer insanlarla beraber toplum adı verilen yapıyı oluşturmasına ve o toplumla belirli bir düzen içinde yaşamaya çalışmasına neden olur.

Bu çaba, gayet insani gözükse de gerçekte karmaşa yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Düzen ne kadar iyi kurulmuş olursa olsun; düzen zaman zaman bir kişinin zaman zaman ise bir grubun yönetmesiyle korunur. Bu durum da kaçınılmaz olarak yönetimdeki kişi yada kişilere hizmet etme durumunu da beraberinde getirir. Düzen, menfaatler karşılıklı olarak uyuştuğu sürece kaosu azaltsa da sonsuza dek sürmez.

İnsanlar bireysel çıkarlarını düşünmekten kolayca vazgeçemedikleri için toplumsal olarak düşünmeyi hep unuturlar. Hissedilemeyecek kadar azalmış olsa da toplumsal düşünüşün eksikliği yüzünden kaos hep devam eder.

Toplumsal düşünüş, bireysel çıkarların önüne geçmedikçe kaos, rahatsız edici boyutlarda olmasa da hep kendini hatırlatan ataklar yaparak varlığını sürdürür. Kaosun rahatsız edici etkisini azaltan düzen ve yapay mutluluklar ise bizlerin kaosun kökenini düşünmemizi engellemeye devam edecektir.

Oysa gerçek her ne kadar kaçsak da bellidir. Dünya bir kaostur; yaradılış mükemmel değildir ve insan zekâsındaki tüm canlılar bir gün bunun farkına varacaktır.

GREENSEA

HIRİSTİYANLIK BUDİZM VE NIETZSCHE

Nietzsche’nin Deccal eseri “Bu kitap sayıca en az olanlarındır , belki de hiçbiri yaşamıyor daha. Onlar, benim Zerdüşt’ümü anlayanlar olacaklar.” diye başlar. Nietzsche’ye göre, insan yaşamında kendine zararlı olana yöneldikçe bir decadence’ın da başladığını ileri sürer. Nietzsche’ye göre insana zararlı olan Hıristiyanlıktır çünkü Hıristiyanlık decadence’ı,(karamsarlık, gerileme, yaşamdan soyutlama), insanı yaşamda istemekten ve yaşamı istemekten uzaklaştırır.

Nietzsche eserinde, decadence kavramı ile bakıldığında Schopenhauer’ı da eleştirir. Ona göre Schopenhauer’ın felsefesi fazlasıyla karamsar bir felsefedir;Hıristiyanlıktan farksızdır. Schopenhauer istemenin sonunun olmadığını bu yüzden kişinin istedikleri için mücadele etmesinin gereği ve anlamı olmadığını düşünür. Nasıl olsa istediğimiz şeyler gerçekleşse de gerçekleşmese de yeni isteklerimiz olacaktır. Nietzsche, işte tam olarak buna karşı çıkar.

Platon ve Kant’ta temelini bulan yaşadığımız dünyanın sadece bir görünüm olduğu düşüncesini ve bir görünüm olarak dünyanın ancak saf bir ruhun dünyası olabileceğini sert bir şekilde eleştirir çünkü Nietzsche’ye göre ,saf ruh yoktur ancak ilahiyatçılar varolduğunu söyleyerek , insanı dinin içinde yaşamın dışında tutarlar.

Nietzsche’ye göre din, Tanrı, Ruh gibi hayali nedenlerden ve günah gibi hayali kavramlardan oluşmuştur. Dinin, insan psikolojisine dayanarak oluşturduğu amaçları olsa da Nietzsche için din yalanlar üstüne kurulmuştur. Dinleri karşılaştırdığında Nietzsche, Budizm’i Hıristiyanlığa göre daha gerçekçi ve akılcı bulur. Budizm’de bir dinginlik, neşe vardır. Hıristiyanlık gibi karamsar değildir. Bu dünyaya aittir ve Hıristiyanlığın aksine yaşamın içindedir.

GREENSEA

ÇEKİÇ İLE YAPILAN FELSEFE SERT OLUR! 

Felsefe, Zerdüşt insanların arasına karışmadan önce de zor ve tehlikeliydi Zerdüşt’ün insanlarla konuşmasıyla felsefe hayata ve insana değdi. İnsanlar tarafından fazlasıyla anlaşılmaz ve komik görülen, hatta kahkahalarla dinlenen Zerdüşt, önce insanları sonra insanların doğru diye kabullendiklerini sarsmaya ve yıkmaya başladı.

Eskimiş gelenek görenekleri, kalıplaşmış inançları, değişmez sanılan ne varsa sarsarak çekiciyle bir bir yıkarken; neden bu kadar sert ve yıkıcı olduğunu sordular.

Nietzsche çekiciyle cevapladı soruyu;

“Neden bu kadar sertsin?” — demişti bir zamanlar alelade kömür elmasa; “Oysa biz yakın akraba değil miyiz?” —

Neden bu kadar yumuşaksınız? — diye soruyorum ben size, ey kardeşlerim: yoksa — kardeşlerim değil misiniz?

Neden böyle yumuşak, bu kadar uysalsınız, neden her şeye bu kadar razısınız? Neden bu kadar çok inkar ve reddediş var yüreklerinizde? Bu kadar az kader var bakışlarınızda?

Ve kader olmayacak, acımasızlar olmayacaksanız: nasıl zafer kazanacaksınız benimle birlikte?

Sertliğiniz şimşek gibi çakmak, kesmek ve deşmek istemiyorsa: günün birinde benimle birlikte nasıl — yaratacaksınız?

Çünkü yaratanlar serttir. Ellerinizi balmumuna basar gibi binlerce yılın üzerine basmayı, mutluluk olarak görmelisiniz, — — bin yıllık istemin üzerine madenin üzerine kazır gibi kazımayı, mutluluk olarak görmelisiniz — madenden daha sert, madenden daha asil. En asil olandır yalnızca bütünüyle sert olan.

Bu yeni levhayı koyuyorum üzerinize; ey kardeşlerim: Sert olun!

GREENSEA

HAKLI OLMAK VEYA OLMAMAK

Sürekli haklı olmaya çalışmak…
Kazanmak kazanmak kazanmak mümkünse hep kazanmak hiç kaybetmemek…
Son zamanlarda toplum olarak haklı olma hastalığına fazlasıyla kapılmadık mı?

Gündelik hayatımızda, televizyon ekranlarında sürekli olarak haklılığını kanıtlamaya çalışan ve bu uğurda her şeyin mubah olduğunu her fırsatta dile getiren yüksek seslerle istesek de istemesek de karşılaşıyoruz.
Karşımızdaki kişi kim olursa olsun bizimle aynı fikirde olmadığında, fikrimizi özgürce ifade etme hakkına sığınıp tüm gücümüzle haklılığımızı kabul ettirmeye çalışıyoruz. Bu süreçte aklımızdan geçen en son şey belki de “gerçekten haklı olup olmadığımız… Eğer savunmaya geçmeden önce bir anlığına dahi olsa gerçekten haklı olup olmadığımızı düşünebilsek, fikirlerimizi paylaşmanın ve farklılıklarımızın bizleri haklı olmaktan çok daha mutlu edebileceğinin da farkına varabiliriz.
Sürekli haklı olmaya çalışmak, başta iddia sahibi olmak üzere herkesi sürekli savunma halinde kalmaya zorlayacağından sanıldığından çok daha fazla yorar. Bu gibi anlarda kendimize “yorucu olduğu kadar mutsuz edeceğini bile bile haklı olmak ister miyim” diyebiliriz; mutlu olmayı haklı olmaya tercih ettiğimizi kendimize hatırlatabiliriz.Sürekli haklı olmanın yoruculuğundan ve geriliminden kurtulduğunuzu farkettiğiniz andan sonra ise bu durum bir alışkanlık halini alabilir hatta hayat felsefeniz haline bile gelebilir.

GREENSEA

POCAHONTAS VE TERRENCE MALICK VE FELSEFİ TEMELİ

pocahontas-wallpaper

Amerikan Film Enstitüsü’nde okumuş, MIT’de (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü )felsefe dersleri vermiş, Heidegger uzmanı bir filozoftur Terrence Malick. Çektiği filmlerde kendine has benzersiz bir üslup yakalaması, insan doğasına ve eşyanın tabiatına dair çarpıcı yaklaşımlar elde edebilmiş olması tesadüfi değildir. Anlatımındaki durgunluk ve sadelik, karakterlerinin ruh halini yapılandırmakta kullandığı doğayı (bitki örtüsü, hayvanlar) enine boyuna tartmasını sağlamaktadır.

Bir taraftan son derece “klasikçi”dir Malick. Yaşadığı çağın ötesiyle ilgilenmez, geçmişiyle haşır neşir olur. Ontolojiyle bağlarını sıkı sıkıya kurar. İkinci dünya savaşı, savaş sonrası depresyon, savaş öncesi depresyon özel ilgi alanlarıdır. Badlands, Days of Heaven ve İnce Kırmızı Hat; Malick’in içgüdülerin ve davranışların oluşum sürecine dair çizdiği geniş bir spektrumun farklı katmanlarında yer alırlar. Yeni bir dönemin/devrin yarattığı doğum sancılarını bireylerin bakış açısına indirger Malick. Bir aşk, bir sevgi, bir tutku merkezinde ele aldığı ağrılı geçişler, yeni bir çağın koşullarını simgelemektedir.

tt

Yeni Dünya: Amerika’nın Keşfi, Malick’in 1970’lerde yazdığı bir senaryo üzerine inşa edilmiş. Kuzey Amerika’nın İngiliz kolonizasyonuna uğramaya başladığı 1907 yılında başlıyor film ve karakterleri defalarca yazılı metinlere dökülmüş gerçek kişilerden oluşuyor. Smith, Rolfe ve Pocahontas gerçek kişiler lâkin olaylar kurgusal bir bütünlük yaratması amacıyla oldukça değiştirilmiş. Birbiri ile çelişen günlüklerden, tarihi metinlerden yararlanılmış. İngilizlerin bereketli Amerika kıtasına verdiği isim olan “Yeni Dünya”, büyük bir medeniyetin çöküşüne dair bir film. Hatta Malick, 15.000 yıldır oralarda yaşayan yerlilere (kızılderili) karşı o kadar duyarlı olmuş ki, insan sevgisi alkışlanmayı hak ediyor. Örneğin film, Rolfe’nin Jamestown’a dönüşünü içermiyor. Neden? Çünkü sempatik karakter Rolfe döndüğünde ölüyor ve bir daha oğluyla bir araya gelemiyor. Yerlilerle başlayan savaş, toprak mücadelesi aşağı yukarı yedi milyon yerlinin katledildiği bir süreci tetikliyor. Kan ve gözyaşı üzerine bir medeniyet kuruluyor. Sömürge başlıyor.SAVAŞ

Malick’in savaş karşıtlığı herkesçe bilinir, bu sebeple kolonileşmeye karşı takındığı tavır eleştirilmeyi hak etmiyor. Örneğin filmdeki en keskin efektler, ağaçlar kesilirken kullanılmış. İnsanın içi parçalanıyor. Etkileyici bir başka sahne ise insanların kesildiği savaş sahneleri. Yönetmen, tıpkı İnce Kırmızı Hat’ta yaptığı gibi izleyicisini düşünmeye sevk ediyor. Büyük bir doğal güzellik, sonsuz bereket dolaylı olarak da olsa “savaş”a yol açıyor. Nereye düştüğü belli olmayan topların çıkardığı sesler, insanların ya da ıskalamışsa bile en azından doğanın tahrip olduğunu haykırıyor.

Göçmen kuşlarla aktarılan zamansal geçişler, çayırların dinginleştirici görüntüleri, sonsuzluğa uzanan yeşillikler kusursuza yakın bir görüntü çalışmasıyla aktarılıyor. Tabiat ve insan doğası arasında görüntülerle kurulan bağ,Herzog’un Woyzeck’ini anımsatırcasına ekrana yansıyor.

Yeni Dünya: Amerika’nın Keşfi; tarihi metinlere göre yirmili yaşlarının başında ölen Powhatan kabilesinin prensesi Pocahontas’ın hikayesini anlatıyor. Doğa’yı, güzelliği, insaniyeti ve masumiyeti simgeleyen Pocahontas’ın Rebecca’ya dönüşünü, dönüştürülüşünü anlatıyor. Bakir bir memleketin kötü yola düşüşünü anlatıyor Yeni Dünya. Bugün o dünya John’lar ile, James’ler ile, Christopher’lar ile, Victoria’lar ile,Rebecca’lar ile dolu ama Pocahontas’lar, Opechancanough’lar, Powhatan’lar ortada yok. O yüzden örneğin, Pocahontas Rebecca’laştırılmadan önce yerli ismi hiç geçmiyor. Diğer yerlilerin de ismini hiç öğrenemiyoruz. Malick, mesajını veriyor. Bir hiç olarak görüldüler ve yok saymakla yetinilmeyip yok edildiler. Her şeyleri alındı. Kıskançlık nedir, bencillik nedir, kötülük nedir bilmeyen yerlilerin soykırımına dair film Yeni Dünya.

Açlıktan ölenleri yemeye başlayan bir koloninin boş vakitlerinde altın araması ve bunu yaparken de doğayı tahrip etmesi zaten olan biteni yeterince anlatıyor. Bu sömürge yapılanması karaya çıktığında ne yapıyor? Kale. Hiç kimseyi öldüremezlerse ne yapıyorlar? Birbirlerini öldürüyorlar. Hatta açlıktan, hasta arkadaşlarını öldürüp yiyorlar. Top var, tüfek var, pusula var ama insanlık yok. O yüzden film bir medeniyetin doğuşunu değil aslında yıkılışını simgeliyor. Komşusu aç iken, kendisi tok yatamayan bir medeniyetin yok oluşunu anlatıyor.

img_20160913_131817

Heidegger, bilimsel akıl ve teknolojinin batı kültürüne zarar veren yoğun bir etkiye sahip olduğunu iddia etmişti. Malick ise bu iddiayı ispatlamış. Çok daha uzun çekildiği ve iki buçuk saate indirgenmek zorunda kaldığı için kurgusal eksiklikler taşımasına ve Hollywood tüketim kalıbıyla haşır neşir olanlar için çekilmez bir anlatıma sahip olmasına rağmen Yeni Dünya, bir gün mutlaka izlenmesi gereken çok özel ve fevkalâde güzel bir film.

Yeni Dünya: Amerika’nın Keşfi

Büyük Bir Medeniyetin Çöküşüne Dair

Ertan Tunç

SOURCE : http://www.beyazperde.com/filmler/film-56147/elestiriler-beyazperde/

COLOURS OF WIND

KLAVYE İLE Mİ KALEM İLE Mİ YAZSAM?

Yazarlık ile ilgili birçok söz ve tanım duymuş veya okumuşuzdur. Bugüne kadar yazarlık mesleği ile ilgili duyduğum veya okuduğum tanımlar arasında en çok sevdiğim Çetin Altan’ın tanımıdır. “Boş kağıtlarla ve ucu sivriltilmiş kalemlerle birini boş bir odaya bırakın. Eğer o odadan karnını doyuracak malzemeyle çıkabilirse işte yazar odur der .” Çetin Altan.
Geçenlerde Çetin Altan’ın yazarlık mesleğini tanımlayışını yeniden anımsadığımda hala en sevdiğim tanımlama olduğunu düşünmenin yanı sıra başka şeyler de düşündüğümü fark ettim. Bugünlerde ve özellikle gelecekte bu tanımdaki boş kağıtların ve ucu sivriltilmiş kalemlerin yerini bilgisayarın, tabletin ve klavyenin alabileceğini fark ettim.
Her geçen gün hızla gelişen teknolojinin hızına ve pratikliğine kendimizi daha çok kaptırdığımızdan kalem ve kağıttan da aynı hızda uzaklaşıyoruz. Kalem ve kağıdın yavaşlığı ve hatta taşıma açısından zorluğu, aklımıza neden hızlı ve pratik olanı varken hala kalem kağıtla yazmayı, not almayı sürdürelim ki sorusunu getiriyor olabilir.
Yavaşlığı günümüzdeki teknolojik ürünlerle kıyaslandığında tercih edilmemesini anlaşılabilir gösterse de hatırlamalıyız ki biz bilgi-sayar değiliz. Bilgisayar bilgiyi alıp depolar. Biz, bilgiyi alıp aynen depolamak yerine bilgiyi anlar ve öğreniriz. Kalem kağıtla not aldığımızda veya yazdığımızda söylenenleri veya okuduklarımızı aynen yazamayacağımız için daha dikkatli okur, dinler anlamlandırmaya çalışır yeniden yazarız. Beynimiz bilgiyi aktarmak yerine yeniden işler yani öğrenir.
Davranış psikologları da elle yazdığımızda beynimizdeki özel bir sinirsel devrenin aktifleştiğini söylüyorlar. Elle yazılmış kelimeler beynimizde bir simülasyon oluşturuyor. Bu da öğrenmeyi kolaylaştırıyor. Wisconsin Üniversitesinden psikolog Virgina Berninger, 2’inci, 4’üncü, 6’ıncı sınıfa giden ilköğretim öğrencileriyle yaptığı testlerde, kalem kullanıldığında öğrencilerin, kompozisyonlarında klavyeyle yazılana oranla daha özgün düşünüceler dile getirdiklerini gösterdi. Berninger’in araştırmaları, yazı yazarken parmak hareketlerinin beynin düşünme, dil ve kısa dönem hafıza bölümlerini harekete geçirdiğini de ortaya çıkardı.

Bu yazının da klavye ile yazıldığı düşünülürse klavyeye zamanın gerekliliği olarak karşı olmak mümkün olmasa da kalemin gerekliliğini de unutmamalı…

GREENSEA