FACES OF LIFE

Life is full of unimaginable pleasure;
There is so much it can offer,
So why can’t we all learn to treasure?
No way will it be a bother.

The entertainment we learn to enjoy;
Must be something we call surreal,
For all our senses cannot seem to annoy;
It’s now obvious everything in life is the real deal.

Sometimes there are hard times;
And other occasions trying to jump hurdles,
Though finding ways are a challenge to bind;
Like nurturing a sleeping baby in a cradle.

Meeting soul mates and pouring our hearty dreams;
Taking the cherish journey to forever adoration,
Carving the stories in books dangled from their seams;
The odyssey begins a new chapter in self-exploration.

Chapter one brings a new life to the worlds reverence,
Time seemingly races faster than the speed of sound;POEMD
Chapter two burgeons the new meaning of life’s endurance
Ticking clocks seep closer to the duration abound.

As the book slowly comes to a closing finish, a new lineage commences;
Belongings and memories passed on to the posterity,
Our senses grow weary and the cycle of living distances;
The dawning of a new existence sprouts endless prosperity.

SOURCE :https://www.deviantart.com/yangster88/art/Faces-of-Life-117851894

 

TANRI’NIN SÖZÜNE SAYGI DUYMAK VE ONDAN KORKMAK

Katedralsiz bir dünyada yaşamak istemem. Onların güzelliğine ve görkemine ihtiyacım var. Dünyanın sıradanlığına karşı ihtiyacım var bunlara. Başımı kaldırıp kiliselerin ışıl ışıl camlarına bakmak istiyorum, uhrevi renklerinden gözlerim kamaşsın istiyorum. Onların pırıltısına ihtiyacım var. Üniformaların kirli tek tip rengine karşı o pırıltıya ihtiyacım var. Kiliselerin keskin serinliği beni sarsın istiyorum. Oradaki zorunlu sükunete ihtiyacım var. Kışla avlusundaki ruhsuz haykırmalara ve partinin pasif üyelerinin keyifli gevezeliklerine karşı ihtiyacım var bu sükunete. Orgların hışırtısını, uhrevi seslerin selini dinlemek istiyorum. Bando müziğinin cırlak gülünçlüğüne karşı org sesine ihtiyacım var. Dua eden insanları seviyorum. Onlara bakmaya ihtiyaç duyuyorum. Yüzeyselliğin ve düşüncesizliğin tehlikeli zehrine karşı ihtiyacım var bu bakışa. İncil’deki güçlü kelimeleri okumak istiyorum. Onlardaki şiirin ulvi gücüne ihtiyaç duyuyorum. Dilin ihmal edilmesine ve sloganların diktatörlüğüne karşı ihtiyacım var bu güce. Bunlar olmadan bir dünya içinde yaşamak istemeyeceğim bir dünya olurdu.

Ama yaşamak istemediğim bir başka dünya daha var: Bedenin ve bağımsız düşüncenin kötülendiği, başımıza gelebilecek en iyi şeylerin günah diye damgalandığı bir dünya. Diktatörleri, gaddarları ve katilleri sevmemizin istendiği bir dünya, ister onların kanlı çizmeleriyle attıkları adımlar kulakları sağır edercesine sokaklarda yankılansın, ister kedi gibi sessizce, korkak gölgeler halinde sokaklardan gizlice süzülsünler ve parlayan çeliği kurbanlarının kalplerine onları diktatörün elinde hamur haline getirmek içindir, getirsinler ki diktatörlere, gerekirse silahla arkadan saplasınlar. Kilise de vaaz verenlerin, dünyadaki insanlardan bu yaratıkları bağışlamalarını, hatta sevmelerini istemleri, dünyadaki en garip şeylerden biridir. Bunu gerçekten yapabilecek biri çıksa bile: Benzeri olmayan bir gerçek dışılık ve kendini acımasızca inkar sayılırdı bu, bedeli bir sakatlık olurdu. Şu emir, düşmanını sev diyen emir, şu delice, anormal emir, insanların gücünü çökertmek bütün cesaretlerini ve özgüvenlerini kırmak ve karşı koyma gücünü bulamasınlar.

Tanrı’nın sözüne saygı duyuyorum, çünkü sözlerindeki şiirsel gücü seviyorum. Tanrı’nın sözünden iğreniyorum çünkü onun gaddarlığından nefret ediyorum. Bu sevgi, güç bir sevgidir, çünkü kelimelerin aydınlatma gücüyle, kendini beğenmiş bir tanrının insanları boyunduruk altına almak için güçlü sözler kullanmasını birbirinden ayırmak zorundadır. Nefret de güç bir nefrettir, çünkü dünyanın bu yanında hayatın melodisine dahil olan kelimelerden nasıl nefret edebilir insan? Çocukluğumuzdan beri, saygının ne olduğunu sayelerinde öğrendiğimiz kelimelerden? Görünen hayatın, hayatın tamamı olmayabileceğini sezmeye başladığımızda, bizim için yol gösterici olan kelimelerden? Onlarsız şimdiki kendimiz olamayacağımız kelimelerden?

Ama şunu unutmayalım: İbrahim Peygamber’den kendi oğlunu hayvan boğazlar gibi öldürmesini isteyen, kelimelerdir. Bunu okuduğumuzda öfkemiz ne olacak? Böyle bir tanrı hakkında ne düşünmeliyiz? Eyüb’ün elinden hiçbir şey gelmemesine ve hiçbir şey anlamamasına rağmen kendisiyle tartıştığını iddia eden bir tanrı hakkında? Onu böyle yaratan kimdi peki? Tanrı’nın birisini nedensizce felakete sürüklemesi, bir ölümlünün bunu yapmasından neden daha az haksızcadır? Eyüb şikayet etmekte haklı değil midir?

Tanrı kelamındaki şiir öylesine etkileyici ki, her şeyi susturur, her itiraz zavallı bir havlayışa dönüşür. Bu yüzden, taleplerinden ve üzerimize yüklediği kölelikten bıkınca, İncil’i bir kenara koymak yetmez, onu atmak gerekir. İncil’den konuşan Tanrı, hayata yabancıdır, neşesizdir, bir insan hayatının geniş çemberini özgür bırakılırsa insan hayatının çizebileceği daireyi daraltıp bir tek noktaya, itaatin esnek olmayan noktasına indirgemek ister. Kahırdan çökerek, sırtımızda günahlarımızla, boyun eğişin ve günah çıkartmanın onursuzluğuyla kuruyarak, alnımıza çizili paskalya haçıyla yaklaşmalıyız mezarımıza, Tanrı’nın yanında geçirilecek daha iyi bir hayata dair, ama bin kez çürütülmüş umudumuzla. Ancak daha önce elimizden bütün sevinçlerimizi ve bütün özgürlüklerimizi çalmış birinin yanında durmak nasıl daha iyi olabilir?

Ondan gelen ve ona giden sözlerin yine de çarpıcı bir güzelliği var. Kilisede çömezken nasıl da sevmiştim onları! Mihraptaki mumların ışığında nasıl da sarhoş etmişlerdi beni! Bu sözlerin her şeyin ölçüsü olduğu ne kadar da açıktı, pırıl pırıl ortadaydı. İnsanlar için başka sözlerinde önemli olduğunu nasıl da aklım almıyordu, bence o sözlerin her biri kınanacak bir gönül eğlencesi ve esas olanın kaybı anlamına geliyordu. Bir Gregoryen ilahisi duyduğumda bugün bile olduğum yerde dururum, eski esrikliğim yerini vazgeçilmez biçimde isyana bıraktığı için bir an kederlenirim. Sacrifium intellectus kelimelerini ilk duyduğumda içimde sivri dilli bir alev gibi yükselen bir isyana.

Merak duymadan, soru sormadan, kuşkulanıp tartışmadan nasıl mutlu oluruz? Düşünmenin keyfine varmadan? Başımızı uçuran bir kılıç darbesine benzeyen o iki kelimenin anlamı, fikirlerimize zıt olsa da, hissettiklerimizi ve yaptıklarımızı yaşamak talebinden daha az değildir, kapsamlı bir şekilde ikiye bölünme talebidir o kelimeler, her mutluluğun çekirdeği olan şeyi, hayatımızın ruhsal bütünlüğünü ve uyumunu feda etme emridirler. Kürek mahkumu zincire vurulmuştur, ama canının istediğini düşünebilir. Oysa Tanrı bizden, köleliğimizi kendi ellerimizle ruhumuzun en derinlerine kadar sokmamızı ve bunu gönüllü olarak, keyif alarak yapmamızı talep ediyor. Bundan daha büyük alay mı olur?

Her yerde hazır ve nazır olan yüce Tanrı’nın gözü gece gündüz üzerimizdedir, yaptıklarımızı, düşündüklerimizi her saat, her dakika, her saniye kaydeder, bizi asla rahat bırakmaz, bir saniye bile kendi başımıza kalmamıza izin vermez. Gizleri olmayan bir insan nedir? Kendisinin, sadece kendisinin bildiği düşüncelere ve arzulara sahip olmayan biri? İşkenceciler, engizisyon dönemindeki ve günümüzdeki işkenceciler bilirler: Kendi kabuğuna çekilmesini engelle, ışığı hiç söndürme, onu hiç yalnız bırakma, uyumasına ve sükunete izin verme: konuşacaktır. İşkencenin ruhumuzu çalması şu anlama gelir: Soluduğumuz hava kadar ihtiyaç duyduğumuz şeyi, kendimizle yalnız kalmamızı olanaksız kılar. Gemlenemez merakı ve uğursuz tecessüsüyle ruhumuzu, hem de ölümsüz olması gereken ruhumuzu çaldığını düşünmedi mi Yaradanımız, Tanrımız?

Ciddi olarak ölümsüz olmayı arzulayan var mı? Kim sonsuza kadar yaşamak ister? Şunu bilmek ne kadar sıkıcı ve yavan olurdu; Bugün neler olduğunun hiç önemi yok, bu ay, bu yıl: Daha sonsuz gün, ay ve yıl var. Sayılamayacak kadar çok, kelimenin tam anlamıyla. Böyle olsaydı eğer, başka bir şeyin anlamı kalır mıydı? Artık zamanı hesap etmemizin anlamı kalmazdı, hiçbir şeyi kaçırmazdık, acele etmemizin anlamı olmazdı. Bir şeyi bugün yada yarın yapmamız fark etmezdi, hiç fark etmezdi. Kaçırdığımız milyonlarca şeyin, ebediliğin karşısında hiçbir değeri kalmazdı, bir şeyin arkasından üzülmenin de anlamı olmazdı çünkü onu telafi etmek için zaman hep kalırdı. Günün akışına bile karışamazdık, çünkü bu mutluluk, akan zamanın bilincinde olmaktan beslenir, avare kişi ölümün karşısında bir maceraperesttir, telaşın zorlamasına karşı çıkan bir haçlı askeridir. Her zaman ve her yerde ve her şey için zaman olsaydı: Zaman harcamanın vereceği keyfe yer kalır mıydı?

Bir duygu ikinci kez hissedilirse, aynı olamaz. Yeniden hissedildiğinin farkına varılmasıyla birlikte renk değiştirir. Sıklıkla gelirlerse ve çok uzun sürerlerse duygularımızdan bıkar, usanırız. O duygunun asla, hiçbir zaman sona ermeyeceğine emin olan ölümsüz ruhta müthiş bir bıkkınlık doğar, zapt edilemeyen bir umarsızlık büyür. Duygular gelişmek ister, bizde onlarla birlikte gelişmek isteriz. Eskiden oldukları biçimi reddettikleri için ve yeniden kendilerinden uzaklaşacakları bir geleceğe doğru aktıkları için şimdi oldukları gibidirler. Bu nehir sonsuzluğa aksaydı: İçimizde binlerce duygu doğardı, baştan sona görebileceğimiz bir zamana alışkın olduğumuz için hayal bile edemeyiz bunları. Ebedi hayattan söz edildiğini duyduğumuzda, bize neyin vaat edildiğini hiç bilmeyiz. Ebediyet içinde, avuntudan yoksun kendimiz olmak nasıl olurdu, kendimiz olmak gerekliliğinden günün birinde kurtulmak? Bunu bilmeyiz, bilmeyecek olmamız bir lütuftur. Çünkü bildiğimiz bir şey vardır: Bu ölümsüzlük cenneti cehennem olurdu.

Ana güzelliğini ve korkutuculuğunu veren ölümdür. Zaman, yalnızca ölüm sayesinde yaşayan bir zaman olur. Yaradan, her şeyi bilen Tanrı, bunu neden bilmez? Neden bizi dayanılmaz ıssızlık anlamına gelmesi gereken ebediyetle tehdit eder?

Katedralsiz bir dünyada yaşamak istemiyorum. Onların pencerelerinin pırıltısına, serin sessizliklerine, hükmedici suskunluklarına ihtiyacım var. Orgların borularına ve Tanrı’ya yakaran insanların kutsal dualarına ihtiyacım var. Sözlerin kutsallığına, büyük şiirin ulviliğine ihtiyacım var. Bütün bunlara ihtiyacım var. Ama özgürlüğe ve bütün gaddarlıklara karşı düşmanlığa duyduğum ihtiyaç da bundan az değil. Çünkü biri olmadan ötekinin hiçbir anlamı yok. Ve kimse beni seçmek zorunda bırakmasın.

Okuyucu notu : Okurken sanki kendim yazmışım kadar kendimi kaptırdığım bir mektup.

Pascal Mercier’in Lizbon’a Gece Treni Kitabından alınmış ve paylaşılmıştır…

TÜMDENGELİM & TÜMEVARIM

İçinde yazandan izler barındıran denemeler, öyküler, romanlar, şiirler insanların yüreklerine dokunup iz bırakır, hatta yıllara meydan okuyup klasikleşir. Yüreklere dokunup iz bırakmak ise sözde kolay gözükse de uygulaması o kadar kolay değildir. Fakat her şey de olduğu gibi bu zorluğu aşabilmek için de kendini iyi tanımaktan geçen bir püf noktası vardır. Yazdıklarınla bütünleşebilmek…

Bütünleşmek… Bütünleşebilmenin ilk basamağı “ sevdiğin konularda kendi çevrende dönen dünyayla ilgili” yazmaktır. Buna itiraz edenler, çok kişisel bir üslupla kısıtlı konular üzerine bencilce yazdığınızı söyleyenler olacaktır. Eleştirilere kulaklarınızı tamamen kapamak kendinizi geliştirme konusunda ölümcül bir hata olabilir fakat en başlarda seni yolundan geri çevirecek kadar önemsenmemelidir. Eleştirileri gerektiği kadar önemsemeyi başarmak ise bütünleşmenin ikinci basamağı sayılabilir. Yazdıklarınıza güvenmek ve yazarken heyecan duyarak hep yeni şeyler katmak eleştirilere gerektiği kadar önem verme açısından kolaylaştırıcıdır. En önemlisi ise, içinde kendinizden izlerin bulunmasıdır çünkü sizden izleri barından yazında zaten dünya da var olacaktır. İnsan dünyada yaşayan bir canlı türü olarak istese de dünyadan kopuk yaratımlarda bulunamaz.

Peki ya yaşadığın hayatın / dünyanın bir parçası olan yazınında değinmediğin konular? Bu konuda iki çeşit bakış açısı vardır; İlki, senin ilgi alanına girmeyen konularla ilgilenen yazarların da var olduğunu ve sen yazmasan bile onlar yazacağını düşünmektir. İkincisi ise, ilgilendiğin sevdiğin konularda yazarken ister istemez ilgilenmediğin konulara da değinmektir. Evrenin, hayatın bir bütün olduğunu her konunun birbiriyle bağlantılı olduğunu yazım ve gelişim sürecinde fark edip değinmeye hatta yazmaya başlamaktır.

Bireysel bir uğraş olarak; kimse için değil sadece iyi bir yazar olmak için başlayan yazın yolculuğunun seni tamamen büyüleyerek farkındalık yaratmasıyla evrenle bütünleşmeye ulaştırması ve yazamayacağın konunun olmadığı fark etmek belki de varılacak en iyi sondur.

GREENSEA

KÖRLÜK KÖR EDİYOR

Yakın zamanda aramızdan ayrılan Portekizli yazar Jose Saramago’nun adı gibi kitap süresince kör eden kitabın sonunda ise gözlerimizi hiç görmediği kadar iyi görmesini sağlayan kitap olan “Körlük”.

Trafikte yeşil ışığın yanmasını beklerken bir anda kör olup dünyası beyaza boyanan bir adamla başlar kitap. Daha ilk cümle ilk olay bile o üstünüzde hem gerçek hemde gerçek olamaz etkisi birakır ki çarpılırsınız ve kör olan adamın adı tipi fiziki görünüşü merak edemezsiniz. Çünkü devamında kör olan adama yardım eden bir adam nasıl olsa kör diye adamın arabasını çalar. Daha birinci cümle ve olayın etkisini yaşarken ikinci olay tamamen etkisine alır sizi. İçinizden de bir ses ne kadar gerçek dedirtir. Gözümüzün önünde neler oluyor da görmüyoruz kör bir adamda mı düşünecekti…İlk satırlarda ilk olaylarda daha gerçek yüzünüze çarpar ve bir o kadar da gerçek dışılık…

Bu gerçek dışılık salgın gibi yayılmaya başlar bütün ülkeye. Tek bir kişi vardır kör olmayan göz doktorunun karısı. Dünyanın geri kalanı göremeyen gözlerle yaşamaya hayatta kalmaya çalışırken bir yandan da hayatta kalma veya insan doğasının getirisi cinayetlere,tecavüzlere, hırsızlıklara, yağmalamalara insanlıktan çıkmışlığa da kör olur kendi pisliğinde boğulur.

Bunları tek gören kişi kör olmayan doktorun karısıdır. O kör olanlara yardım etmeye çalışır. Ama çoğu zaman ve özellikle de kitabın sonunda kör olsaydım bende keşke der kör olanlar ona rehberlik ettiği için teşekkür ederken. Kör olanlar beklenmedik körlükten görmek isterken, gören tek kişi ise gördüklerinden sonra kör olmak ister.

Böyle anlatınca fantastik bir olaylar dizisi gibi gözükmesi kaçınılmazdır ama görüneni görmenin ötesine geçilmeye çalışılırsa körlük olgusunun metafor olarak kullanılışı ve liberal demokrasinin insanları sürüklediği ortamın iç yüzü etkileri en görmek istemeyen gözlere beyinlere bile görünür.

Bir de bunu benim cümlelerim dışında Saramago’nun o çarpıcı eşsiz uslübuyla okursanız bugünde aynı körlük içinde yaşadığımızı daha da iyi hissedip görebilirsiniz.

Kitap okumaya yakın hissedin veya hissetmeyin hayatta yapmadan ölmemeniz gerekenler listenize bu kitabı okumayı da eklemelisiniz. Hele bu zamanlarda geçici bir körlük yaşamak ve sonrasında çok daha net görünmeyeni görmek isteyen gözlerle dünyaya bakmak istiyorsanız bırakın “Körlük”, sizi geçici olarak kör etsin…

GREENSEA

UYUMSUZ DEFNE KAMAN’IN MACERALARI “SU

Buket Uzuner’in Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları “SU” ‘dan alıntılar…. Mekan olarak sadece Kadıköy de geçen bir kitaptan masal tadında paylaşımlar 🙂

1)Sıcak bütün diktatörlerden daha zalimdir

2)İnsanların birbirlerini kolayca ve çabucak yargıladığı, kimsenin kimseye ayıracak vaktinin olmadığı, gözlerin sadece bayram etmekiçin baktığı, dünyanın bir “körler ülkesine” dönüştüğü, acının ve sevginin pazarlandığı zamanlarda yaşadığını fark etmek, hangi yaşta olursa olsun, yaşlanmaya başlamaktır.

3)Dünyanın herhangi bir yerinde 25 yıl kadar yaşamış biri, cehennemin bu dünyada olduğunu artık öğrenmiş, insanlık tarihi boyunca insanın en büyük düşmanının yalnızca insan olduğunu da çoktan fark etmiş olmalıdır.

4)Ey hala zamanını ve parasını okumaya ayırmakta direnen başımın tacı; onurlu, özgür ve eşitlikçi bir geleceğe dair hayalleri umutları olan biricik Okur! Bu kitabı eline aldığın andan itibaren hem artık onun hikayesinin içine girmiş bulunacak, hem de bittiğinde artık eskisi gibi olmayacaksın!

5)Öyle herkesin anlattığı gibi dağınık, duvarlardan ve yerlerden insanın üstüne kitaplar devrilecekmiş kaygısı veren, kasvetli, loş bir yer değildi.Binbir emek ve güçlükle, kurduğu güzel sahaf dükkanı. ” Ne münasebet canım, abartıyorlar işte.Bu dükkanda herşeyin kendi içinde mükemmel bir düzeni var!” diye sitemli gülümserdi Semahat, insanlar kendi dükkanı hakkında böyle şeyler söylediklerinde. Onun sadece “dükkan” diye andığı yer bir kitapçıydı, ama öyle herhangi bir kitapçı değil, artık pek kimsenin umrunda olmasa da bir sahaf dükkanıydı. Eskiliği; bir zamanlar en az bir kişinin okuduğu, gözlerinden zihnine düşünce ve duygular aktarmış oluşundan değerli, kimbilir hangi hayatlara kaç kere eşlik etmiş, görmüş geçirmiş kitaplardan meydana gelen on binlerce “söz dünyasının” ev sahibiydi. Bu yüzden yıllardır gurur duyarak işlettiği kitapçı dükkanı için “elden düşme kitapçı” deyimini hiç kullanmaz ve sevmezdi.Onun için her birinin kendi hayatı ve anıları olan kitapları şimdi yeni hayatlara hemde uygun fiyatla uğurlayan bir çeşit “büyükler için oyuncakçı” ya da “hayal dükkanı” sahibi olmak demekti. Sahaf Semahat kendini böyle görür, böyle mutlu olurdu. Dükkandaki 25.000’den fazla kitabı çocuğuymuş gibi sever ve tek tek tanırdı. Çoğu arkadaşı olan müşterilerine ve komşu esnafa sık sık “kitap ve hayvan sevmeyen insana güvenemem! ” derdi gülümseyerek.Gülümserdi, en sitemli ve üzgün zamanlarda bile hep gülümserdi sahaf Semahat. Bu yüzden gülümsemesine artık hüzün bulaşmıştı. Kalplerini gülümseme maskesi arkasına saklayarak daha fazla kırılmaktan korumaya çalışanlar bir gün artık sahiden gülümseyemediklerini fark ederler. Çünkü artık gülüşün gerçek dürtüsünü ve rengini unutmuş, böylece yitirmişlerdir. Unuttuklarımızı yitiririz! Ancak daha önce incinmiş olanlar, hüzünlü bir gülüşün arkasına saklanarak güvende olmayı tercih ederler çoğunlukla…

6)Tesadüfen okuyup büyülendiği güzel bir sözün, aslında Kutadgu Bilig’den sadece bir beyit olduğunu öğrendiğindekendi cehaletinden utanarak peşine düştüğü ve artık başucu kitabı yaptığı bu ” Mutluluk Bilgisi Kitabı”, Sahaf Semahat’in kıymetlisiydi. Henüz sahafa düşmeyen Kutadgu Bilig’in tam metni özenli bir baskıyla yayımlanınca Sahaf Semahat, istisnai bir hareketle, dükkanından çıkıp yeni kitap satan bir kitapçıdan kendine bir tane almıştı. İlk nüshası Uygur Alfebesiyle Türkçe yazılmış, Türk edebiyatının ilk yazılı eserlerinden olan , okullarda üstünkörü okutulup, çoğunlukla dalga geçilen bu eserin birçok beyiti, her okuyuşta Semahat’ın ya içini rahatlatır veya saflık ve iyiliğiyle onu hüzünlendirirdi. Ancak ister rahatlatsın, ister hüzünlendirsini özellikle geceleri dükkanında tek başına Kutadgu Bilig okurken, sanki mutluluk bilgisinin yazarı Yusuf Has Hacib ile karşılıklı çay içerlermiş gibi bardağını onun şerefine kaldırıp havada hayalen tokuşturur, onu gülümseyerek başıyla selamlardı.Yusuf Has Hacib de Semahat’e karşılık verir, bazen dertli, bazen bilge, bazende çapkınca gülümserdi. Onlarınki, kitap kurtlarının yalnızken sık sık sevdikleri yazarlarla yaşadıkları çok özel bir dostlukla aşk karışımıydı. Sahaf Semahat, memleket veya dünya hallerine üzüldüğü bir gün, Has Hacib ona, “Bilgili insan bu kaygı içinde nasıl kahkaha atar/ Ey bilgisiz, sen dağ keçisi gibi debelen dolaş” der, geçmişinde sır olarak sakladığı o uğursuz olayı hatırlayıp içi yandığı başka bir gün ise, ” Bu dünya itimada şayan; vefasız ve dönekhuyludur/ Ey akıllı insan ondan uzak dur, uzaklaş” derdi. Para ve iktidar hırsıyla halklarına eziyet eden yöneticilere kızdığı bir sonraki gün de, ” Binlerce sene yaşasan bile, sonunda nihayet öleceksin/ Dünyayı ne kadar toplasan da bir gün çekip gideceksin” derdi. Kuşkusuz bunun gibi bilgece sözleri farklı biçimlerde söylemiş pek çok güzel insan gelip geçmişti dünyadan, anck hiçbiri bu sözlerini topladığı kitabına “Mutluluk Bilgisi” adın vermemişti.Daha sonra ” devlet” sözcüğünün “mutluluk” ve “kut” anlamı da taşıdığını öğrenince, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olduğu yıllarda İstanbul’a verilen “Der-i Saadet” adının ” Mutluluk Kapısından çok “Devlet Kapısı” olarak kullanıldığını anlamıştı. Zaten Kanuni Sultan Süleyman’ın ünlü sözü ” Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi ” de geçen devlet de mutluluktu. 1070’de yazdığı bu müthiş kitapla Yusuf Has Hacib, unutulduğu köşesinde devleti yönetenlerin en başta halkın mutluluğunu sağlamakla yükümlü olduğunu, iktidara ve halka bin yıldır hatırlatmayı sürdürüyordu. Halkını mutlu, kutlu, devletli ederek iktidarını korumanın yollarını tadına doyulmaz bir dille anlatan kitabını lafı hiç dolaştırmadan “Mutlu Olmanın Bilgisi” olarak adlandıran Yusuf Has Hacib, bu yüzden Sahaf Semahat’in gözdesiydi. Çünkü o da mutlu olmayı dolaylı yollardan arayan milyonlarca insan gibi bazı yol kazalarına uğramıştı. Kedilerine de bu yüzden, Kutlu ve Bilgi adlarını vermişti. Kediler bunu bilmese de adları böyleydi.

7)Gerçekten insan kendi anne ve babasından soğuyabiliyormuş demek!Öz anne ve babasından hemde! buz gibi soğuyabiliyor insan! “artık “sadece geleneklerden değil, adı her ne olursa olsun, kimseye zararı olmayan insanlar adına kendinde karar verme hakkı bulan herkesten soğumuştu.Son iki yıldır gözlerinin önünde kendini handiyse “bitkisel hayata mahkum ederek anne ve babasını cezalandırdığı halde, onların bunun farkında bile olmadıklarını gördükçe daha da soğuyordu.Hem onlardan hemde dünyadaki bütün önyargı,katı gelenek ve göreneklerden…artık emindi ki, şimdi kardeş gibi didişen bu iki insan, biyolojik anne ve babası, hayatlarında hiç aşık olmamış,bir insanı bütün inançların üzerinde ve içinde hiç sevmemişlerdi.

BUKET UZUNER

BİR ÖMÜRE SIĞMAYAN AZİZ NESİN VE ONUN TERAZİSİ

Aziz Nesin türü yazarları severim; hayatı tüm yönleriyle yaşar, sakınmadan birikimini ortaya koyar ve toplumu derinden sarsacak net değerlendirmeler yaparlar. Ezber bozmak, sarsmak ve yeni bir fikir, yaratı ortaya koymak için çabalar durur Aziz Nesin. Bu yıl, hakkında çok yazılacak, biliyorum. Ne denli yerli yerinde olacak bu yazılar, kuşkuluyum doğrusu. Daha iyi soralım; “Aziz Nesin kendi ardından yazsaydı, ne derdi acaba?” Tüm yapıtlarını eskiz olarak gören, pek çok fikrini kendiyle birlikte mezara götüreceğinden hayıflanan bir yazardan söz ediyoruz.

Bir yazara nesnel ölçütle bakma olanağı yoktur. Doğrusu budur. Bizim o yazarla karşılaşıncaya dek biriktirdiklerimiz bir ölçü, beğeni oluşturur. Haliyle nasıl bir terazi kurduğumuzu belirler deneyimlerimiz, gözlemlerimiz. Demem o ki; eğer kendimize dair hassas bir tartı koymamışsak, yazınsal lezzet ve estetik ölçümüz zaafa uğrar. Başka deyişle, birini beğenmek, sevmek; bir yapıta değer biçmek bir yanıyla bizimle ilgilidir, kendimizi açığa çıkarma meselesidir. Bir yazarı tanımak için doğal olarak onun eserleriyle yola koyuluruz, salt bu yetmez, o kişinin ne okuduğu, nasıl yaşadığı da ilgi alanımıza girer. Şunu söylemiyorum; yazarlar mutlaka yapıtlarıyla paralel bir yaşam sürer, demiyorum. Hatta çoğu zaman tersi olur. Yine de yazarı kavramak için derinliğine bakmak gerekir.

Kapıları aralar

Aziz Nesin anılarını uzunca yazmış biri. Siyasal kavgaya girmiş, her daim taraf olmuş, yaşantısı hayli ilginç bir insan, yazar. İşin en tuhafı, eğer uzunca bir ömür sürmemiş olsa, yazarlığını asla bilemeyecektik. Geç yaşta başladığı yazarlığı olağanüstü bir açlıkla, verimlilikle sürdürmüş bir insan. Geniş ilgi alanı var, disiplinli bir yazar. Verimliliğinin nedeni burada! Edebiyatımızın en büyük zaafı yazarların pek okur olmamasıdır. Aziz Nesin tam tersi örnek. Yazarlığı kadar, okurluğunu da önemsiyor.
Son yayımlanan “Okuma Güncesi” kitabı çok önemli bir çalışma. Hem Aziz Nesin’in iç sesini işitiyoruz, hem edebi ölçüsünü kavrıyoruz, hem de giriştiği kavgaları öğreniyoruz. Kişiliğine dair son derece ilginç bilgiler edinmek şöyle dursun, pek çok isme dair de hayli net ifadelerine rastlıyoruz yazarın. Kitabı ilgiyle okudum. Hayli kalın bir kitap. İlk aklıma gelen, ölümünden bunca yıl sonra bile, hâlâ bize ürünler vermiş olması. Tuhaf işte. Bazısı koskoca yaşamını çöpe atar, tembeldir, israf eder zamanı; kimi, ölümünden sonra bile kapıları aralar.

Geçimi kolay değil

Elbette çok yapıt vermiş olmak, hepsinin değerli olduğu anlamına gelmez. Aksi de söylenebilir hatta. Bazen birkaç kitap yeter tüm bir ömrü değerli kılmaya. Yusuf Atılgan hemen aklıma düşüyor. “Anayurt Oteli”, “Aylak Adam” edebiyatımızın en değerli romanlarıdır. Başlı başına bir yazı konusu Yusuf Atılgan! Yaşamı son derece alçakgönüllü, okumaya meraklı bir Anadolu insanı. Olağanüstü ruh çözümlemeleri, kentli sarsıntılarıyla anlattığı kişileri, kör göze parmak sokmadan giriştiği düzen eleştirisi ve felsefi derinlik geç de olsa fark edildi Atılgan’ın. Türkçe özeni ayrıca dikkat çekici! Atılgan’ın edebiyatını anlamak için yaşadığı çevreyi bilmek önemli. Yakından bakınca kimi zaman kutsanan köylünün, birinin yaşamını nasıl zindan edebileceğini görürsünüz. Tüm bunları yazacağım.
Aziz Nesin’e yakından bakarsak geçimi kolay biri olmadığını hemen kavrarız. Esasen tüm yazarlar takıntıları, hırçınlıkları, iddialarıyla belirginleşir yapıtında. Derinlikli okuma dediğimiz budur. Yazarın anlatısı kadar, dili, tutumu da bunu belirler. “Okuma Güncesi” Aziz Nesin’in aşırı ciddiyetinin ve hayatı tamamıyla belgelemek istemesinin tipik bir örneği. Okuduğu tüm kitaplar için yazmış Nesin. Tarihler koymuş, o kitabı beğenip beğenmediğini söylemiş ve sert eleştirel bir dil kullanmış.
Kitap olarak tasarlanmamış bu yazılar, notlar. Ancak ben, Aziz Nesin gibi zeki, üretken bir yazarın bu sözlerinin bize ulaşacağını bildiğini düşünüyorum. Yani gizli bir belge açığa çıkmış değil. Yaşarken bu yazıları neden yayımlamadığı sorusu akla gelebilir. Aziz Nesin açıksözlü, çekincesi olmayan biri. Muhtemelen ya vakit bulamamıştır yayımlamaya yazıları veya öldükten sonraya da yapıtı kalsın istemiştir. Yazılarında sıkça vurgu yaptığı gibi, “Eğer bir yazar bir metni yayınlamamışsa, varislerinin ya da herhangi bir araştırmacının bunu kitaplaştırma hakkı yoktur.” Bunu en iyi Ali Nesin bilir sanırım. O halde okuduklarımız Aziz Nesin rızası taşır bence.

Ama dürüst, hep dürüst
Aziz Nesin köşeli düşünen biri. Toplumcu sanata emek veren, inanan, bunun dışında kalan sanat yapıtlarını anlamaya çalışsa da, pek de açık olmayan bir yazar/düşünür. Özellikle şiir konusunda hem tutucu olduğunu gördüm, hem de en zayıf verim alanının şiir olduğuna tanıklık ettim. Öykücülüğü, romancılığı ve hatta anıları ne denli lezzetli, güçlüyse; şairlik konusunda sıkışıp kaldığını düşündüm. Oktay Rifat, Melih Cevdet, Turgut Uyar gibi ustaları haksız yerdiğini eleştirdiğini fark ettim; kendi dışında olana biraz zalim bir tavrı var. İlhan Berk şiirini okuyup; “ülkemizin bu şiir kalpazanlarından kurtulması lazım” diye yazmış. Cevat Çapan’ın, Elitis çevirisini beğenmemiş. Ama dürüst, hep dürüst…
Bu ‘dürüst’ olma meselesi okur için de önemli olmalı. Aziz Nesin; Adile Ayda’nın “Böyle İdiler Yaşarken…” adlı edebi hatıralarını yayımladığı kitabından söz ediyor uzunca. Siyasi tavrı keskin olan biri Nesin, bunu tekrar belirtelim. Ki bana kalırsa, siyasal tutum; beğeni, ölçüt koyma hususunda değerlidir, körlük değildir, yöntem olanağı sunar kişiye. Adile Ayda’nın sağcı, milliyetçi, Turancı bir yazar olduğuna işaret ediyor, lakin anılarını ‘dürüst’ biçimde yazdığına işaret ediyor Nesin. Hele edebiyatımızın büyük isimlerinden söz edilirken, bu ölçüyü tutturmak hiç kolay olmasa gerek.

Sabahattin Ali’yi haklı bulur

Kitap, kitabı doğurur. Ben de düştüm Adile Ayda’nın peşine. Kolay okunan, ilginç bilgiler veren bir kitap. Cumhuriyet’in ilk yıllarından, seksenlere dek geniş bir tanıklık kitabı! Buram buram sağcılık kokan, aşırı milliyetçi bir dille yazılmış kitap. İyi yetişmiş bir kadın. Belli ki solculardan nefret ediyor. Edebiyatın, sanatın bir sağcı seçkin uğraşı olduğu yanılgısına sahip! Komünistlerin Türkleri tuzağa düşürdüğünü düşünüyor Adile Ayda. Kitabı okurken pek çok yerin altını çizdim. Gariptir; benim ilgimi çeken yerlerle Aziz Nesininkiler arasında kesişmeler çok. Ama özellikle iki olay öne çıkıyor.
Genç yaşlarında babası Sadri Maksudi sayesinde edebi, siyasi çevrelerle haşır neşir olur Adile Ayda. Bir gün Moda’da Sabahattin Ali’nin ailesiyle kaldığı bir otelde rastlaşırlar. Sabahattin Ali öğretmendir ve henüz yazarlıkta ün sağlamamıştır. Kızı Filiz dolayısıyla tanışırlar. Akşamına Hamdullah Suphi’nin de bulunduğu ortamda Sabahattin Ali’nin adı ‘iyi yazar’ olarak geçince, bağı kurarak; “O da bu otelde kalıyor, isterseniz tanıştırayım sizinle” der genç kadın. Sevinçle Sabahattin Ali’nin yanına gider. Ali, kimin yanına götürüleceğini sorup yanıt alınca: “Ben o adamla konuşmam” der.
Sabahattin Ali solcudur, Hamdullah Suphi dibine dek Türkçü. Bu tepki doğal gelir bugün. Oysa Ayda, kabalık olarak anlatır bu ayrıntıyı. İşin ilginç yanı bu değil benim için. Aziz Nesin, o gün takındığı tutumdan ötürü Ali’yi haklı bulur. Zamanla Sabahattin Ali’nin “kurnaz uyumcu” olduğuna işaret eder. Burası önemli. Sabahattin Ali cinayetinin siyasi olmadığını, başına gelenin kendi tavrından ötürü iddiasına bir göndermedir Aziz Nesin’in bu notu. Sabahattin Ali üstüne yoğun okumuş, düşünmüş olarak Nesin’in bu konuda taraflı davrandığını, haksız hüküm verdiğini düşünüyorum.

Yaşar Kemal’e de değinir

Aziz Nesin’le kesiştiğimiz bir diğer nokta; Adile Ayda’nın Cevat Fehmi Başkut’u anlattığı bölüm. Cumhuriyet gazetesine bahçıvan aranırken, ısrarla bu görevi yapmak isteyen bir genç vardır. Zamanla söyleşiler yapar bu bahçıvan genç, gazete için. Sözü edilen Yaşar Kemal’dir. Yıllar sonra Cevat Fehmi çaptan düşüp oyun yazarlığına iyice yüklenir. ‘Paydos’ adlı oyununu İngilizce ve Fransızcaya çevirttiğini anlatır Ayda’ya ve bu yolla Nobel Ödülü’nü kazanacağını bir sır olarak fısıldar. Elbet umut fakirin ekmeği, burada tuhaflık yok. Ama…
Cevat Fehmi ödülün kulisler kanalıyla verildiğini söyler ve kendisine ödülü Yaşar Kemal’in kazandıracağından söz eder. Yaşar Kemal’in eşinin Musevi olduğunu, kayınbiraderinin de Amerika’da eleştirmenlik yaptığını ekler. Musevi lobisi kanalıyla ödülün kendine geleceğine inanmıştır Cevat Fehmi. Olay ilginç. Yıllarca Yaşar Kemal üstünden kopan Nobel fırtınasına dair ipucu. Ama asıl bizi ilgilendiren Aziz Nesin’in değerlendirmesi. Adile Ayda’nın bu anısının gerçeği gösterdiği kanısındadır Nesin. “Tam yansıtıyor Yaşar’ı” diye altını çiziyor. Meraklı okur için önemli, benden söylemesi…
Okurluğun zor zanaat olduğunu, yaşamını kitaplara adayan herkes bilir. Yazarlıkla okurluk arasındaki geçirgen ilişki zamanla iyice belirginleşir. Söz konusu Aziz Nesin’se hep konuşur, tartışır buluyorsunuz kendinizi. Bir de, soru sormanın ne denli mühim olduğunu…
Aziz Nesin terazisinde tartılmak kolay değil, bilesiniz!

AZİZ NESİN YAŞIYOR

KAYNAKÇA : http://www.birgun.net/haber-detay/aziz-nesin-in-terazisinde-tartilmak-86863.html

ENVER AYSEVER

BİRGÜN GAZETESİ

UYUMSUZ DEFNE KAMAN’IN TOPRAK’I

O TOPRAK Kİ ANAYÜZÜNÜN RAHMİ

“Başlangıçta toprak vardı.

Toprak ki; ondan geldik, ona gideriz; milyonlarca yıldır borcunu ödemeyen kiracıyız.

Toprak ki; Anadır. Doğumdur.

Toprak ki; Rahimdir, Suyun da yatağı , yuvası anası.

Yerdir. Yeryüzüdür. Temel ve zemindir.

Toprak ki;

Tohumdur, bereket ve bolluk, esirgeyen ve koruyandır.

Toprak ki; yaşamdır, candır.

Tarla, kök filiz ağaç ve orman.

Topraktır; Tohum, gıda, aş ve yemek.

Evdir Toprak; yuva, yurt, vatan

Kök, köken, soy ve sap, aidiyettir Toprak.

Toprak ki; atamızın ninemizin külüdür, bedeni ve özüdür,

Onların son yatağı, insanın geçmişi ve geleceğidir.

Toprak ki, tohumun evi, yuvası yurdu ve vatanı,

Tohum ki; hayattır, candır, özdür.

Toprak ki; en sadık yar, kara gün dostudur,

Buğdaydır, ekmektir, tokluktur, minnettarlık…

Tohum ki; bitki, meyve, sap, saman, yem, yemek.

Topraksız hiçtir, yoktur, neredeyse imkansız.

Topraktır; Mahsul, Ekin, Ürün,

Toprakla Tohum; Tohumla Toprak;

Mide, Karın, Tokluk.

Toprakla Tohum barıştır.

Toprak ki; Nimet ile şükrandır.

Devamlılık, gelecek ve umuttur.

Toprak; Sürdürülebilirlik vaadidir.

Dağ, omuz, güven…

Ova, tarla, yayla.

Toprak ki, börtü böcek, yılan ve geyik,

Kurt, Kartal, At, Eşek, Keçi ve İnek.

Toprak ki; .Fare, Sincap, Fil, Deve, Kedi ve köpek

Toprak ki; İnsan, çocuk, kadın ve erkek

Toprak ki, tüm gelecek tasavvurlarında cennet ve cehennem.

Toprak ki; bilinmez sonumuzdur

Kıtlık, yokluk; Tufan ve Toprak

Mezar, kara yer ,Ölüm toprak

Öte Dünya, Öbür Dünya ve Alt Dünya

Toprak, Sabır, dost, Vefa, ana kucağı.

Toprak ki, magmanın da yurdu, yeryüzündeki bütün suların temeli;

Nehir, deniz ve okyanuslarında evi olduğunu unuttuğumuz…

Toprak ki; canlı olduğunu son beş bin yıldır belleğimizden sildiğimiz

Bütün haklarına el koyduğumuz, alıp satıp kiralayıp devredip, fethedip,

Deşip tepip, gasp ettiğimiz varlık…

Toprak ki hakkına, bedenine, ruhuna tecavüz ettiğimiz,

Kazmayla karnını yarıp tekmeyle dövdüğümüz, betonla boğup taşla başını eğdiğimiz…

Toprak ki, bütün zulmümüze rağmen sonsuza dek dost olacak sandığımız organik yuvamız.

Toprak, bizim canlı bir organımız; içinde altında ve üstünde yaşayan çeşit çeşit canlının varlık nedeni.

Toprak ki; sabrını tüketen açgözlü ve zalim evladı insanın yüzüne taşkın, afet, tufanla tokat atar.

O Toprak ki; esirgeyen ve affedendir, kendini alıp satan, döven yakan, köklerini kesip biçen boğan deşen evladı insanı uyarır. Deprem ve fırtınayla, selle volkanla ve ateşle uyarır.

Toprak ki; verendir, cömerttir; ayrım yapmadan evlatlarını doyuran ve koruyandır, diğer kardeşlerini kesen, nimete ve ağaca saygı duymayan açgözlü insan aymazsa, verdiklerinin hepsini canıyla beraber ondan geri alır. Adı: Tufandır!

Toprak ki; anadır, evlatlarını ayırmaz ancak insan evladı diğer kardeşlerine ve anasına kötülük sınırını aştığında artık ona acımaz.

Toprak, anamızdır

Biz “TOPRAK’IN değerini ve nimetini binlerce yıldır ninemizden dedemizden öğrenir, torunlarımıza aktarırız. Hırsın kör ettiği gözden sakınır, saklar, sever gözetiriz. Biliriz ki; varlığımızın nedeniTOPRAK’I korumazsak kendi yokluğumuzu hazırlarız.

TOPRAK Ki; SU kadar aziz, Su gibi hayattır ama ona benzemez.

Su kaybolmaz, Su akar, Su gezer, Su döner, Su dolaşır, Su uçar.

Toprak sabittir, Toprak dolaşmaz, Toprak giderse dönmez.

Toprak sabırlıdır. Bekler, affeder. Toprak anca küstü mü kaybolur.

Toprak küstürülünce intihar eder. Bu erozyondur…

Toprak suya kaçar gider, giderse de bir daha dönmez.

TOPRAK BU YAZILANLARDAN ÇOK DAHA FAZLASI AMA MERAK EDENE 🙂

YAZAN; BUKET UZUNER

YAŞATAN ; OKUYUCU VE UYUMSUZ DEFNE KAMAN

ALINTILAYAN; GREENSEA

ÖLÜM ŞEKLİ VE EDEBİYAT

Yaşamın kendisi seçilmiş veya benimsenmiş bir varoluş ruhuna sahip değil. Yaşam, varoluştan da fazlasını arzulayan olumlu ya da olumsuz istekler dizisi… İşte bu yüzden kendimi öldürürsem, kendimi yok etmiş de olmayacağım; aksine kendimi oluşturacağım.

Kendimi öldürmek yani herkesçe bilinen haliyle “intihar”… Herkes tarafından olumsuz hatta kötü olarak algılanan şu intihar ne kadar da yaygındır düşünen hisseden yaratan dünyayla sorunlu yazarlar arasında. O kadar meşhurdur ki; intihar kavramının olumsuz algısının yumuşadığı nadir kişilerdir yazarlar…

Saymakla bitmez hayatını intihar ederek sonlandıran yazarlar… Hepsinin sonu bellidir kendi seçtikleri zaman ve yöntemle ölmek fakat onları bu noktaya vardıran sebepler birbirinden farklıdır. Kelimelerle yaşayan yaşamının temelinin yazmak olduğunu düşünen İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Virgina Wolf artık yazamadığını düşündüğünden çıldırmak üzere hisseder kendini ve yapabileceği en iyi şeyi yaptığını düşünerek intihar eder. Virgina Wolf ve Walter Benjamin gibi II. Dünya Savaşından olumsuz etkilenen ve karamsarlığa kapılan Stefan Zweig eşiyle birlikte intihar eder. Yine savaş ve Yahudi oluşu nedeniyle Nazilerin hedefi olan Walter Benjamin aşırı dozda morfinle intihar eder. Sylvia Plath ve bitirme tezini Slyvia Plath üstüne yazıp onun izinden giden Nilgün Marmara da hayatının baharında denilecek otuzlu yaşlarda intihar ederler. Devrim yorgunları; Şair Vladimir Vladimiroviç Mayakovski ve onun izinden giden Sergei Yesenin hayatlarına intihar ederek son verirler.

Savaş, devrim, baskı gibi insanın dayanmaya zorlandığı ağır travmalar intihara sürüklediği çoğunlukla düşünülse de genç yaşta intihar edenleri göz önüne aldığımızda genelleme yapmak imkansızdır. İntiharın sebeplerini hakkında genel bir yargıya varamasak da dünyayla sorunlu düşünen sorgulayan duyarlı insanların intihara meyilli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Tıpkı çoğu filozofun birleştiği;“bilinçsiz sorgulanmamış bir hayatın zaten ölüm anlamına gelişi” düşüncesindeki gibi… Sorgulandığında ise bilinç doğar ve bilinç keder karamsarlık getirir ve intiharın kapısını kendiliğinden aralanır.

Sorgulansa da sorgulanmasa da her kapı ister ecel ile ister intihar ile olsun ölüme çıkar. Çünkü herkes bir gün ölecektir ve her ne kadar unutmak istesek de hepimizde intihar ve ölüm düşüncesi vardır. Fakat yazarlar, şairler, filozoflar, müzisyenler, ressamlar arasında erken ölüm denen intihar daha yaygındır çünkü evreni ve kendini sorgulayan ve huzursuzluk yaratan bilinçtir. Bu açıdan bakıldığında bilinç hastalıktır, bilinçsizlik ise sağlıktır. İşte o bilince ve ruha sahip hassas duyarlı incinmeye açık toplumca sağlıksız diye nitelenen ruhlar toplumu hayatı erken terk etmeyi seçmeye de yatkındırlar. Neden olmasınlar ki?

Yazmak için kendi iradeleriyle seçtikleri sözcükler, ne çizeceklerine karar veren fırça darbeleri, gibi kendi ölüm zamanlarına ve şekillerine kendilerinin karar vermesinden daha doğal ne olabilir ki?

Bunu günümüze bağlarsak eğer, dünya genelinde ve günümüzde bilerek ya da bilmeyerek birbirini yaralayan öldüren insanların katillerin canilerin çokluğunu düşünürsek intihar o kadar da kötü olmasa gerek… İntihar edenlerin zarar verdikleri tek kişi kendileridir. Ki intihara karar verdiklerinden zaten bunu kendilerine zarar verme olmaktan çok bir tercih olarak görürler. İstedikleri bir eylemi gerçekleştirirler. Bu açıdan “intihar “ anca kendisine tanınan yaşama süresini doldurmak zorunda olduğunu düşünmeyen kendi iradesiyle davranıp düşünebilen, başkasına zarar vermekten ise kendini yok eden duyarlı insanların gerçekleştirebileceği bir eylemdir.

GREENSEA

LITERATURE

Literature is a fantasy world.

Literature is emotions unfurled.

Literature is the mind’s paintbrush.

Literature is a heart’s soft touch.

Literature is imagination.

Literature is sleep deprivation.

Literature is my greatest bane.

Literature is my favourite game.

Literature is no simple fling.

Literature is…

Everything.

KAĞIT VE KALEM İLE YOLCULUĞUM

Tanınan yazarlar da kendi kendine bir şeyler karalayanlar da mutlaka en azından bir kez “ben niye yazıyorum” sorusunu kendi kendine sormuştur. Soru değişmez fakat soruş zamanları değişkendir. İlkokul yıllarımda belki daha da önceden aile fertlerini gözlemleme oyunu oynardım. Okuma yazma öğrendikten sonra ise bu gözlemlerimi tekerlemeleri andıran şiir denemeleriyle yazıya dökmeyi de oyunumun bir parçası haline getirmiştim. Şiir denemelerimin çok da başarılı olduğunu söyleyemem fakat yazdıklarımı okuyan aile fertlerinin tepkilerine dayanarak gözlemlerimin gerçeğe oldukça yakın olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdim. İlkokul yıllarımda karaladıklarıma bu açıdan baktığımdan olsa gerek, kendime o zamanlar “ben neden yazıyorum” sorusunu sormamış gözlemlerimin güçlü olduğuna görmekle yetinmiştim. Ortaokul lise yıllarımda yazmaya dair hatırladıklarım ise birkaç öykü yarışması ve dergilerde yazdıklarımın yayınlanması ve bütün bunları takiben yazmaya devam etmemi şiddetle tavsiye eden Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerimden ibaret. O yıllarda da dergilerde ismimi görmek, yarışmalara katılmak ve benim yazma konusunda yeteneğim olduğuna inanan öğretmenlerin sözlerini duymak ve inanmak yolundan devam etmişim.Üniversite yıllarında hep artık bir birey olduğumuz, her yaptığımızdan sorumlu olduğumuza dair birçok şey söylendi. Fakat söylenenler arasından tek hatırladığım“Artık çocuk değilsiniz” sözleriydi. Bu o güne kadar duyduğum en güzel cümle olduğu kadar belki her şeyi başlatan ve ertelenmekten bıkmış, inatla sorulmayı bekleyen o soruyu sormamın tam zamanı olduğunu da gösteren cümleydi. Bekleneni yaptım ve o soruyu bende kendime sordum. “Ben neden yazıyorum?” Soruyu serbest bıraktığımda ilk hissettiğim mutluluk ile karışık kabulleniş duygusuydu. Evet, ben kalem ve kağıdın dostluğuyla büyümüştüm. Belki de bu sebepten en çok bu soruyu sormak ve de cevabını bulmak ve buna dair yazmak istiyordum.Cevabı henüz bilmiyordum. Ama cevabın kolay ulaşılır olmayacağına dair bir önyargıya sahip olduğumu hissediyordum… Cevabı kolay olan soruları sormak da kolaydır ertelemeden. Oysa bu soru çok daha önce sorulması gereken gecikmiş bir soruydu. Cevabı da kolay olmamalıydı, üstüne düşünmeli, derinliklere dalınmalıydı. Derinliklere daldığımda, kitaplarla geçmiş bir çocukluktu ilk gördüğüm. Sonrasında ise okuduğum yazarlar ve eserleri. O yazarları sanki kendimden daha iyi tanıyordum. Bu bir bakıma doğruydu. O yazarlar kendilerini benim kendimi tanıdığımdan daha iyi tanıyorlardı. Kendilerini ve çevresini tanıyan ve çevreleri tarafından biraz da anlaşılmadığını düşünen bu yazarlar rüzgara karşı yürüyüp yazarak anlaşılır olmayı ummuşlardı. Çoğu, yazdıklarının okunduğunu, artık onları anlayan bir kitleye sahip olduklarını görememişti ama umdukları, hayalleri gerçekleşmişti.“Ben onlar kadar cesaretli miydim Rüzgara karşı yürüyebilmiş miydim” veya onlardan biri olabilecek miydim ve benzeri birçok soruya göğsümü gere gere verebileceğim bir “evet” cevabım yoktu ve hala da yok. Okuduğum eserler, o eserleri yazan yazarlar, o yazarların hayatlarının benim kendimi tanımamda ve gecikmiş soruya dair yazmakta olduğum yazıma yaptıkları katkıyı ifade edebilecek bir sözcüğüm de yok hala. Bunlar yolculuğumu sürdüren tatlı belirsizlikler. İrili ufaklı belirsizliklere rağmen birçok şeyde netleşiyor benim için. Her yazı, her roman, her öykü bir yerlere ya da kendine doğru yapılan bir yolculuktu. Bende her okuduğumda kendime doğru yapmış olduğum yolculuğun sonuna biraz daha yaklaştım. Şimdi yolculuk bitti artık diyebilmeyi isterdim ama o yolculukların büyüsü içimde yer ettiğinden beri yolculukların bitmesini istemediğimi ve istediğim sürece de bitmesinin imkansız olduğunu hissediyorum.Bu nokta da önemli olan, ertelenmiş soruyu sormuş cevabını bulmuş olmamdı. Bende kendimi tanımadığımı ve anlaşılmadığımı hissetmiş, yazarlar ve eserleriyle kendimi tanıma yolculukları yapmıştım. İnsanın kendini tanıma yolculuğunun kolay kolay bitmeyeceğini de anlamıştım yolculuklar sırasında. Bu yolculuklarda bir son yoktu.Sonu olmayan yolculuklara yeni yolcuların katılmasını, karşılıklı olarak benim onları, onların da beni yeni yollara çıkarmasını umuyorum tıpkı diğer yazanlar gibi. Her ne kadar yolculukların sonu olmasa da yazan yolcu kendisini bekleyen okuyan ve de anlayan bir durakta duraklamak ister. Durakladığı yerlerde bulduğu yolcular onu yeni yolculuklara çıkışının kapısını açar. Birbirini bulan yolcular için yolculuklar sonsuzdur.

GREENSEA