STONEWALL AYAKLANMASI VE LGBT

LGBT Haftası ve Onur Yürüyüşü…

Stonewall-Inn-1-by-RealMattKane
1960’lı yıllarda gey barlara polis tarafından rutin bir şekilde baskın yapılırdı. 28 Haziran 1969’da New York’un Village bölgesinde bulunan Stonewall Inn’e polis yine baskın yaptı. Bu baskının diğer rutin baskınlardan farkı ise polisin kontrolünü kaybederek fazlasıyla şiddet uygulamasıydı. Bara yapılan bu baskınla ve uygulanan şiddetle hiç hesapta olmayan bir direniş başladı.

ABD’de cinsel azınlıklara karşı uygulanan baskıcı sisteme karşı gerçekleştirilen ilk ayaklanma hareketi ilk direniş olarak tarihe geçti. Bu direniş, daha kalabalık gey topluluklarının bir araya gelerek protesto yapmasıyla giderek büyüdü. Direnişlerinin ses getirmesinden güç alan eşcinseller kendileri için uygun mekanların açılması için de eylem grupları oluşturup isteklerini dile getirmeye devam ettiler.

lat

1970’li yıllara gelindiğinde LGBT haklarını konu alan birkaç gazete çıkmaya başladı. Dünyanın birçok yerinde LGBT dernekleri kuruldu. LGBT hakları için mücadelenin ilk adımı olan direniş hareketi ilk kez 1970 yılının 28 haziranında resmi olarak Onur Yürüyüşü ile kutlandı.
İnsanın dilinin, dininin, ırkının, cinsel tercihinin kimseyi ilgilendirmediği ve asla da ilgilendirmeyeceği; farklılıklarımızla insanın kendi oluşunun onurunu yansıtması için yürüyüşe Onur Yürüyüşü denmiştir.
GREENSEA

Stonewall Riots of 1969

HAKLI OLMAK VEYA OLMAMAK

Sürekli haklı olmaya çalışmak…
Kazanmak kazanmak kazanmak mümkünse hep kazanmak hiç kaybetmemek…
Son zamanlarda toplum olarak haklı olma hastalığına fazlasıyla kapılmadık mı?

Gündelik hayatımızda, televizyon ekranlarında sürekli olarak haklılığını kanıtlamaya çalışan ve bu uğurda her şeyin mubah olduğunu her fırsatta dile getiren yüksek seslerle istesek de istemesek de karşılaşıyoruz.
Karşımızdaki kişi kim olursa olsun bizimle aynı fikirde olmadığında, fikrimizi özgürce ifade etme hakkına sığınıp tüm gücümüzle haklılığımızı kabul ettirmeye çalışıyoruz. Bu süreçte aklımızdan geçen en son şey belki de “gerçekten haklı olup olmadığımız… Eğer savunmaya geçmeden önce bir anlığına dahi olsa gerçekten haklı olup olmadığımızı düşünebilsek, fikirlerimizi paylaşmanın ve farklılıklarımızın bizleri haklı olmaktan çok daha mutlu edebileceğinin da farkına varabiliriz.
Sürekli haklı olmaya çalışmak, başta iddia sahibi olmak üzere herkesi sürekli savunma halinde kalmaya zorlayacağından sanıldığından çok daha fazla yorar. Bu gibi anlarda kendimize “yorucu olduğu kadar mutsuz edeceğini bile bile haklı olmak ister miyim” diyebiliriz; mutlu olmayı haklı olmaya tercih ettiğimizi kendimize hatırlatabiliriz.Sürekli haklı olmanın yoruculuğundan ve geriliminden kurtulduğunuzu farkettiğiniz andan sonra ise bu durum bir alışkanlık halini alabilir hatta hayat felsefeniz haline bile gelebilir.

GREENSEA

GIORGIO DE CHIRICO’S ART

“I paint what I see with my eyes closed.”
-Giorgio de Chirico-

37b02909018a74e44e17ced9045ed48c

Giorgio de Chirico was born to Italian parents in Volos, Greece, on July 10, 1888. In his art, he sought to evoke the hidden meanings behind everyday life, and his enigmatic scenes of empty cities, menacing statues, mysterious shadows and strange combinations of everyday objects inspired the artists of the Surrealist movement in the 1910s, De Chirico died in Rome, Italy, on November 19, 1978.
He first studied art at the Higher School of Fine Arts in Athens. After the death of his father in 1905, de Chirico’s mother moved her three children to Munich, where de Chirico completed two years of study at the Academy of Fine Arts. After leaving the Academy he continued to educate himself, taking a particular interest in the philosophical writings of Arthur Schopenhauer and Friedrich Nietzsche. He returned to Italy in 1908, traveling to Milan and Turin and settling in Florence.
As a young artist, de Chirico was inspired by the European Symbolist artists and their use of dream-like imagery. His earliest signature works combined a Symbolist sensibility with his love of the classical antiquities of Greece and Italy and his philosophical musings on the true nature of reality. In paintings De Chirico depicted dramatically lit city piazzas inhabited only by one or two figures, a statue or mysterious shadows.


In 1911, de Chirico traveled to Paris, France, where his brother, Andrea (also known as Alberto Savinio), was living. There, he exhibited his work and met a number of influential avant-garde artists and writers, including Pablo Picasso and Constantin Brancusi.
Meanwhile, World War I had begun, and de Chirico and his brother were drafted into the Italian Army in 1915. In 1917, he met artist Carlo Carrà, who worked with him to define his style of “metaphysical painting,” emphasizing the hidden significance of ordinary places and objects.
De Chirico’s work was greatly admired by the newly formed Surrealist school of artists and writers, who were fascinated by dream analysis and the subconscious mind.
Though de Chirico did not identify himself as a Surrealist, he briefly collaborated with the artists of this circle, showing his work in their group exhibitions in Paris and illustrating books by Guillaume Apollinaire and Jean Cocteau. However, in the 1920s, he began working in a neo-traditional style inspired by Renaissance “old masters” like Raphael and Titian, and he turned against modern art and broke ties with the Surrealists.
De Chirico’s later career was inconsistent and occasionally controversial. He worked in a variety of formats from theater design to book illustration to sculpture, but his style was subject to unpredictable changes. His reputation was damaged when falsely dated copies of his works, by both de Chirico himself and forgers, infiltrated the art market.

SOURCE: https://www.biography.com/people/giorgio-de-chirico-9246949

https://www.guggenheim.org/artwork/artist/giorgio-de-chirico

Giorgio de Chirico – La Casa Museo

ACELENİZ NEDEN? O KADAR MI SIKICIYIM?

Yazma uğraşı içinde olanlar için bilinen ve hep kullanılan tabir vardır;”Dünya ve hayat ile sorunu olanlardır yazanlar… Yeterince konuşmayı anlatmayı denemiş ama boşluğa konuşmuş gibi hissetmişlerdir anlatmaya çalıştıkları bir kulaktan girip diğerinden çıkmıştır sanki ve yazmaya başlarlar. Belki söz uçar yazı kalır diye belki de anlatırken anlaşılmayan kendi hayatla sorunlu düşüncelerinin şimdi ya da gelecekte zamanı gelince okunurken anlaşabileceğini umarlar.

Yazanlar sıkıntılı insanlardır en basit ifadeyle. Yazarak önce kendilerini sonra okunduğunda aynı sıkıntıyı çeken okuyuculara ulaşacaklarına ve o sıkıntı her neyse yazıya konu olan çözümün bir parçası olabileceklerine olabilecekleri umudu onların sıkıntısını dünya ile dertlerini azaltır.

Yazının ilerleyişine bakılırsa yazarların yazma sebepleri dünya ve hayatla ilgili sorunları üzerine devam edeceği izlenimi verdiğimin farkındayım ama biraz şaşırtmaca ters köşe durumu olacak çünkü konum bu değil…

Konumuz sıkıntı; nasıl bir sıkıntı olduğu boyutu karmaşıklığı önemli değil. En küçüğünden başlarsak yani gündelik can sıkıntısından… Tanıdığımız ya da hiç tanımadığımız birinden göreceğimiz bir davranış, duyacağımız bir söz canımızı bütün günümüzü etkileyecek kadar sıkabilir. Hepimiz günlük hayatlarımızdan biliriz ki bu mümkün fazlasıyla…

Sadece tek bir güne değil de günlere aylara hatta belki bütün hayatımız boyunca gitmeyen varlığını hissederek altında ezildiğimiz sıkıntılar yok mu? Olmaz mı dediğinizi duyar gibiyim… Neler olabilir ki bu büyük sıkıntılar hastalık ölüm anlaşamadığınız halde hep birlikte olmanız gereken insanlar ve ilişkileriniz iş hayatınız aile hayatınızdaki her şey olabilir. Bazen ölüm veya hastalıktan daha beter gelebilir iş veya ailenizden biriyle alakalı sıkıntı; ölüm ve hastalık söz konusuyken diğerleri küçük sıkıntılar demeyeceğim. Çünkü sıkıntı algısaldır görecelidir boyutunu da algılayışımız belirler. Fakat değişmeyen herkesin hemfikir olduğuna emin olduğum tek şey var ki o da “sıkıntı” herkes için en az bir kez varlığını hissettirir. Ve yine eminim ki o sıkıntıdan kurtulmak istemişizdir çünkü hayat akışımızı yavaşlatır hatta durdurabilir bile ister pire kadar olsun ister deve kadar.

Neden sıkıntıdan kurtulmak için çabalarız ki? Mutluluğumuzu bozduğu için bir tür engel gibi gördüğümüz için değil mi? Herkesin cevabı gibi benim cevabım da evet bu soruya fakat burada küçük bir yol ayrımına gireceğim kendi cevabıma eklemeler yapmaya çalışacağım. Bende sıkıntıdan kurtulmak isterim ama sıkıntımı severim sıkılmayı severim. Sıkı can iyidir çıkmaz diye mi düşünürüm belki de. Yazarken sıkıntılı bir düşüncem olup da yazabildiğimden mi severim buna da belki…

Ben sıkıntımı severim. Sıkılmayı severim. En belirgin belki içermeyen sebepten ötürü severim. Sıkıntı ve sıkıntı dolayısıyla canımın yanması; içimizde bütün hayat boyu doğada doymak bilmez birincil hayat gücü yani istencimiz yüzündendir. Bu istencimizle hedefimiz arasına konulan büyük küçük engellerdir sıkıntı yaratıp canımızı yakan. O engelleri kaldırmaya çalışmak ve hedefe ulaşmaktır sıkıntıyı yok etmenin yolu. Birçok kez hedefe çabalar ulaşırız sıkıntı gider, bir süre sıkıntının bizleri terk ettiğini hisseder seviniriz. Hedefimize doğru çabalamanın ve ulaşmanın doyumu bile bizi bir süre idare eder, çok kısa bir süre sonra yine sıkıntı geri gelir. O sıkıntıdan da kurtulmak için çabalarız ve yine başarırız bu kısırdöngü hayat boyu devam eder.

Varlığını hissettiğimiz anda yok etmeye çabaladığımız sıkıntıdan aceleyle kurtulmak isteriz hele ki sıkıntı giderildikten sonra yine sıkılacağımızı bir kısırdöngüye takılı olduğumuzu bildiğimiz halde nedir nedendir bu sıkıntıdan kurtulma acelemiz? Acele ederiz çünkü varoluştan yok oluşumuza doğru önlenemez yolculuğumuzda kısa süre içinde ortaya çıkıp dikkatimizi ve dünya üzerindeki vaktimizi çeler çalar sıkıntılar; kendilerini dikkatimizi dağıtarak çeken dikkat çelicilerdir sıkıntılarımız bir tür hırsızdırlar.

Oysa hayatın sonsuz bir isteme elde etme, sonra yeniden istemekten ibaret bir kısır döngüden ibaret olduğunu anlarsak sıkıntılardan kurtulmak için bu kadar acele eder miyiz? İşte ben bu yüzden sıkıntımı severim. İnsanların sandığının tersine hep mutluluk yerine sadece mutlu anlar vardır sıkıntılı anlardan koparıp aldığımız. En büyük kendimize ve hayata insanlara dair derslerimizi de sıkıntılı anlarımızda alır sonrasında o mutlu anlara ulaşırız. Aslında sıkıntı da mutluluk da anlıktır ve aynıdırlar birbirleriyle; sıkıntıyı daha çok ve daha yoğun gibi gösteren ondan kurtulma çabamızdır ve insan mutluyken mutludur fark etmez ama mutsuzken fark eder.

Yazımın en başına dönerek bitirmek istiyorum. Yazan insanın dünyayla hayatla sorunu sıkıntısı vardır her insan gibi… Yazanlar başta sıkıntısını anlatmak için yazarlar belki ama zamanla sıkıntılarını sevmeyi öğrenirler ve daha da sonra o sıkıntılarını neden sevdiklerini fark ederler ve tabi ki bunu da yazarlar. Sıkıntının büyük ya da küçük olsun kaçınılmaz kısırdöngünün parçası olduğunu ve kurtulmak için acele etmememiz gerektiğini anlatmaya çalışır ve yine anlaşılmayı umarlar tıpkı benim gibi.

Tıpkı sıkıntımız her ne ise, onu acele etmeden sindirerek düşünerek onun bize katmak istediğini kazanıp onu severek ve neden sevdiğimizi bilerek yolcu etmek, anlık olarak da olsa sıkıntının yerine gelecek mutluluğun dozunu artırıp anlamlı kılacağından sıkıntılardan kurtulmak için acele etmesek mi?Sıkıntı göründüğü kadar sıkıcı mı gerçekten?

GREENSEA