DÜZENLİ KAOS / KAOSLU DÜZEN

İnsanın belki de en büyük hatası diğer insanları da kendisi gibi sanması ve o insanlarla bir arada yaşayabileceğini düşünmesidir. Bu hata, insanın diğer insanlarla beraber toplum adı verilen yapıyı oluşturmasına ve o toplumla belirli bir düzen içinde yaşamaya çalışmasına neden olur.

Bu çaba, gayet insani gözükse de gerçekte karmaşa yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Düzen ne kadar iyi kurulmuş olursa olsun; düzen zaman zaman bir kişinin zaman zaman ise bir grubun yönetmesiyle korunur. Bu durum da kaçınılmaz olarak yönetimdeki kişi yada kişilere hizmet etme durumunu da beraberinde getirir. Düzen, menfaatler karşılıklı olarak uyuştuğu sürece kaosu azaltsa da sonsuza dek sürmez.

İnsanlar bireysel çıkarlarını düşünmekten kolayca vazgeçemedikleri için toplumsal olarak düşünmeyi hep unuturlar. Hissedilemeyecek kadar azalmış olsa da toplumsal düşünüşün eksikliği yüzünden kaos hep devam eder.

Toplumsal düşünüş, bireysel çıkarların önüne geçmedikçe kaos, rahatsız edici boyutlarda olmasa da hep kendini hatırlatan ataklar yaparak varlığını sürdürür. Kaosun rahatsız edici etkisini azaltan düzen ve yapay mutluluklar ise bizlerin kaosun kökenini düşünmemizi engellemeye devam edecektir.

Oysa gerçek her ne kadar kaçsak da bellidir. Dünya bir kaostur; yaradılış mükemmel değildir ve insan zekâsındaki tüm canlılar bir gün bunun farkına varacaktır.

GREENSEA

HIRİSTİYANLIK BUDİZM VE NIETZSCHE

Nietzsche’nin Deccal eseri “Bu kitap sayıca en az olanlarındır , belki de hiçbiri yaşamıyor daha. Onlar, benim Zerdüşt’ümü anlayanlar olacaklar.” diye başlar. Nietzsche’ye göre, insan yaşamında kendine zararlı olana yöneldikçe bir decadence’ın da başladığını ileri sürer. Nietzsche’ye göre insana zararlı olan Hıristiyanlıktır çünkü Hıristiyanlık decadence’ı,(karamsarlık, gerileme, yaşamdan soyutlama), insanı yaşamda istemekten ve yaşamı istemekten uzaklaştırır.

Nietzsche eserinde, decadence kavramı ile bakıldığında Schopenhauer’ı da eleştirir. Ona göre Schopenhauer’ın felsefesi fazlasıyla karamsar bir felsefedir;Hıristiyanlıktan farksızdır. Schopenhauer istemenin sonunun olmadığını bu yüzden kişinin istedikleri için mücadele etmesinin gereği ve anlamı olmadığını düşünür. Nasıl olsa istediğimiz şeyler gerçekleşse de gerçekleşmese de yeni isteklerimiz olacaktır. Nietzsche, işte tam olarak buna karşı çıkar.

Platon ve Kant’ta temelini bulan yaşadığımız dünyanın sadece bir görünüm olduğu düşüncesini ve bir görünüm olarak dünyanın ancak saf bir ruhun dünyası olabileceğini sert bir şekilde eleştirir çünkü Nietzsche’ye göre ,saf ruh yoktur ancak ilahiyatçılar varolduğunu söyleyerek , insanı dinin içinde yaşamın dışında tutarlar.

Nietzsche’ye göre din, Tanrı, Ruh gibi hayali nedenlerden ve günah gibi hayali kavramlardan oluşmuştur. Dinin, insan psikolojisine dayanarak oluşturduğu amaçları olsa da Nietzsche için din yalanlar üstüne kurulmuştur. Dinleri karşılaştırdığında Nietzsche, Budizm’i Hıristiyanlığa göre daha gerçekçi ve akılcı bulur. Budizm’de bir dinginlik, neşe vardır. Hıristiyanlık gibi karamsar değildir. Bu dünyaya aittir ve Hıristiyanlığın aksine yaşamın içindedir.

GREENSEA

İNSAN VE HEYKEL ; DÜŞÜNEN ADAM HEYKELİ

Felsefi düşüncenin simgesi haline gelen Düşünen Adam Heykeli Fransız heykeltraş Auguste Rodin tarafından 1900’lü yıllarda yapılmıştır. Heykelin yapılma fikri, Paris’e yeni bir kapı tasvirinin yapılma isteğiyle doğmuştur. Rodin’in ünlü eserlerinden biri olan Cehennem Kapıları’nın temeli böyle atılmıştır. Fransız heykeltraş, modern Avrupanın fikir adamlarından biri olan Dante’nin İlahi Komedya adlı eserinde betimlediği Cehennem, Araf ve Cennet bölümlerinden özellikle Cehennem tasvirlerinin etkisinde kalmış ve ondan ilham alarak çalışmaya başlamıştır. Heykel; Fransa, Almanya, Danimarka, Norveç gibi birçok ülkede sanat müzeleri ve üniversite kampüslerinde görülürken; ülkemizde ise Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesinin bahçesinde görülebiliyor.
Auguste Rodin’in hayatı süresince yaptığı heykellerde hep insana dair izler görülür. Düşünen Adam Heykeli de insanı içten içe düşünmek, düşünen insan ile ilgili düşündürür. Bizim ülkemizde ise Düşünen Adam Heykeli ile ilgili halen cevapsız kalan heykelin bize en çok düşündürdűğű şey ise bu heykelin neden Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesinin bahçesinde olduğudur. Düşünen Adam Heykeli denince neredeyse herkesin ilk aklına gelen budur demek pek de yanlış olmaz.
Başhekim Fahri Celal Göktulga, Düşünen Adam heykelini bir dergide görür ve kopyasının ülkemizde de olmasını ve özellikle hastane bahçesine yapılmasını ister. Heykelin yapımı için gereken ödenek olmadığından hastane müdürünün isteğiyle heykel, o dönemde hastanede yatan ve heykele yatkınlığı olan bir hasta tarafından yapılmaya başlanır. Heykelin yapımına devam etmek için para istemeye başlayan hastaya para ödenmeyince heykel yarım kalır. Depresyon tedavisi gören heykelin geri kalanını yapabileceğini söyleyen bir başka hasta heykeli tamamlaması durumunda taburcu olacağının sözünü alınca heykeli yapmaya devam eder. Heykeli de kısa sürede tamamlar.
Heykeli tamamlaması karşılığında taburcu olma sözü verecek kadar heykeli çok isteyen Başhekim Göktulga’ya Rodin ’in heykelinin neden tercih edildiği sorulduğunda Göktulga, aslında hastaların dışarıdakilere üzülüp onları düşündüklerini ve bu yüzden böyle bir heykel seçtiğini söyler.
Toplumumuzdaki heykel ile ilgili yaygın düşünce ise Göktulga’nın söylediğinin tam tersidir; düşünmenin insanı hasta edip delirtebileceği; düşünmenin bu yüzden tehlikeli olduğu heykelin de bulunduğu yer itibariyle de bu tehlikeyi tam anlamıyla yansıttığı düşünülür.
Her iki düşünce şeklinin aksine “düşünmek”, yeniye yeniliğe dolayısıyla aydınlığa ulaşmanın olmazsa olmazıdır. Dolayısı ile her yönüyle insanidir.
Düşünen Adam Heykeli düşünmeye ve deliliğe övgü arasında bir yere sıkışıp kalmış, maalesef insan olmakla bağı pek kurulamamıştır. Heykellerin, anıtların bile bariyerlerle çevrildiği bir zamanı yaşıyor olsak da “Düşünen Adam Heykeli, hastane bahçesi dışında parklarda sokaklarda da görülebilir hale gelmelidir gelebilmelidir. Belki o zaman, bariyerlerle bile çevrilse düşünmenin, düşüncenin heykelinin sıkışıp kaldığı anlamdan kurtulup insana dair izler taşıdığını daha iyi anlamak mümkün olabilir.
GREENSEA

MOST IMPORTANT MATTER AT PHILOSOPHY

FB_IMG_1495654078926

2015 DÜNYA FELSEFE GÜNÜ MESAJI

2014 Dünya Felsefe Gününden bu yana dünyamıza damgasını vuran, daha çok vahşileşen eylemlerin yarattığı terör olayları ve bu terörden kaçanların denizlerde yitişleri oldu.
Türkiye ve daha birkaç devlet onlara sığınanlarıkabul ediyor, bazı sivil toplum kuruluşları yardım eli uzatıyor; bir kısım devlet ise kendi ülkelerinden kaçıp sınırlarına gelen insanlar ülkeye girmesin diye tel örgüler yerleştiriyor, duvar örüyor; birkaç Avrupa devleti de, küçük Aylan’ın resmi dünya basınında yayımlandıktan sonra, belirli sayıda mülteci kabul ediyor.
Denizin kıyıya vurduğu çocuğun resminin yayımlanması –bildiğiniz gibi– tartışma konusu olmuştur. Kimilerine göre bu,çocukların resimlerini yayımlamayı yasaklayan etik normun bir ihlaliydi; kimilerine göre ise böyle bir ihlal yoktu. Evet,ihlal yoktu. Bu savın gerekçesi de, bu normu getirmenin amacında bulunabilir: Niçin çocukların resimleri yayımlanmamalı? Bu normun temelinde çocuklara zarar vermemek kaygısı, onları koruma düşüncesi yatıyor. Hangi zararı verebilirdi bu resim küçük Aylan’a? Üstelik bu resim, bazı devletlerin mülteci kabul etme kararını bir an önce vermelerini sağladı.
Şimdi tartışılması, sonra da gerçekleştirilmesi gereken, insanların ölümü göze alarak ülkelerinden kaçmamaları için, o ülkelerin ve uluslararası topluluğun alması gereken uzun ve orta vadeli önlemlerdir.Aynı şekilde, insanların terörist olmamaları ve sayısı gitgide artan canlı bombaya dönüşmemeleri için, alınması gereken orta ve uzun vadeli önlemleri tartışmak ve gerçekleştirmek gerekiyor.
Ülkemizi ziyareti sırasında Uruguay’ın eski Devlet Başkanı Jose Mujica’nın, Hürriyet’te yayınlanan bir söyleşisinde şu söyledikleri –bu bağlamda ‘kültür’ terimini doğru anlamak koşuluyla– bilgece bir saptamayı dile getiriyor: “Kültürü değiştirmezsen, hiçbirşey değişmiyor ve en zoru da kültürü değiştirmektir. Yeni ve farklı bir kültür yaratmanın merkezinde de felsefe ve etik yatıyor”.
Bizim işimiz, açıklığa kavuşturduğumuz kavramlara ayaklarımızı basarak, gerçekliğin gözünün içine baka baka, bıkmadan-usanmadan ve umutsuzluğa kapılmadan, felsefî bilgi ortaya koymak ve amacına uygun gerçekleştirilen felsefe eğitimininişlevini yerine getirmektir.
Değerli meslekdaşlarım, Sizlerin ve bütün felsefe sevenlerin 2015 Dünya Felsefe Günü kutlu olsun.
Ioanna Kuçuradi
Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı

(Felsefeyi ve sorgulamayı seven biri olarak ben birşeyler eklemek isterdim ama İoanna Kaçuradi Türkiye Felsefe Kurumu Başkanına yaraşır şekilde bir Dünya Felsefe günü yazısı yazmış ki ancak paylaşmakla yetinmeye karar verdim 🙂
GREENSEA

POCAHONTAS VE TERRENCE MALICK VE FELSEFİ TEMELİ

pocahontas-wallpaper

Amerikan Film Enstitüsü’nde okumuş, MIT’de (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü )felsefe dersleri vermiş, Heidegger uzmanı bir filozoftur Terrence Malick. Çektiği filmlerde kendine has benzersiz bir üslup yakalaması, insan doğasına ve eşyanın tabiatına dair çarpıcı yaklaşımlar elde edebilmiş olması tesadüfi değildir. Anlatımındaki durgunluk ve sadelik, karakterlerinin ruh halini yapılandırmakta kullandığı doğayı (bitki örtüsü, hayvanlar) enine boyuna tartmasını sağlamaktadır.

Bir taraftan son derece “klasikçi”dir Malick. Yaşadığı çağın ötesiyle ilgilenmez, geçmişiyle haşır neşir olur. Ontolojiyle bağlarını sıkı sıkıya kurar. İkinci dünya savaşı, savaş sonrası depresyon, savaş öncesi depresyon özel ilgi alanlarıdır. Badlands, Days of Heaven ve İnce Kırmızı Hat; Malick’in içgüdülerin ve davranışların oluşum sürecine dair çizdiği geniş bir spektrumun farklı katmanlarında yer alırlar. Yeni bir dönemin/devrin yarattığı doğum sancılarını bireylerin bakış açısına indirger Malick. Bir aşk, bir sevgi, bir tutku merkezinde ele aldığı ağrılı geçişler, yeni bir çağın koşullarını simgelemektedir.

tt

Yeni Dünya: Amerika’nın Keşfi, Malick’in 1970’lerde yazdığı bir senaryo üzerine inşa edilmiş. Kuzey Amerika’nın İngiliz kolonizasyonuna uğramaya başladığı 1907 yılında başlıyor film ve karakterleri defalarca yazılı metinlere dökülmüş gerçek kişilerden oluşuyor. Smith, Rolfe ve Pocahontas gerçek kişiler lâkin olaylar kurgusal bir bütünlük yaratması amacıyla oldukça değiştirilmiş. Birbiri ile çelişen günlüklerden, tarihi metinlerden yararlanılmış. İngilizlerin bereketli Amerika kıtasına verdiği isim olan “Yeni Dünya”, büyük bir medeniyetin çöküşüne dair bir film. Hatta Malick, 15.000 yıldır oralarda yaşayan yerlilere (kızılderili) karşı o kadar duyarlı olmuş ki, insan sevgisi alkışlanmayı hak ediyor. Örneğin film, Rolfe’nin Jamestown’a dönüşünü içermiyor. Neden? Çünkü sempatik karakter Rolfe döndüğünde ölüyor ve bir daha oğluyla bir araya gelemiyor. Yerlilerle başlayan savaş, toprak mücadelesi aşağı yukarı yedi milyon yerlinin katledildiği bir süreci tetikliyor. Kan ve gözyaşı üzerine bir medeniyet kuruluyor. Sömürge başlıyor.SAVAŞ

Malick’in savaş karşıtlığı herkesçe bilinir, bu sebeple kolonileşmeye karşı takındığı tavır eleştirilmeyi hak etmiyor. Örneğin filmdeki en keskin efektler, ağaçlar kesilirken kullanılmış. İnsanın içi parçalanıyor. Etkileyici bir başka sahne ise insanların kesildiği savaş sahneleri. Yönetmen, tıpkı İnce Kırmızı Hat’ta yaptığı gibi izleyicisini düşünmeye sevk ediyor. Büyük bir doğal güzellik, sonsuz bereket dolaylı olarak da olsa “savaş”a yol açıyor. Nereye düştüğü belli olmayan topların çıkardığı sesler, insanların ya da ıskalamışsa bile en azından doğanın tahrip olduğunu haykırıyor.

Göçmen kuşlarla aktarılan zamansal geçişler, çayırların dinginleştirici görüntüleri, sonsuzluğa uzanan yeşillikler kusursuza yakın bir görüntü çalışmasıyla aktarılıyor. Tabiat ve insan doğası arasında görüntülerle kurulan bağ,Herzog’un Woyzeck’ini anımsatırcasına ekrana yansıyor.

Yeni Dünya: Amerika’nın Keşfi; tarihi metinlere göre yirmili yaşlarının başında ölen Powhatan kabilesinin prensesi Pocahontas’ın hikayesini anlatıyor. Doğa’yı, güzelliği, insaniyeti ve masumiyeti simgeleyen Pocahontas’ın Rebecca’ya dönüşünü, dönüştürülüşünü anlatıyor. Bakir bir memleketin kötü yola düşüşünü anlatıyor Yeni Dünya. Bugün o dünya John’lar ile, James’ler ile, Christopher’lar ile, Victoria’lar ile,Rebecca’lar ile dolu ama Pocahontas’lar, Opechancanough’lar, Powhatan’lar ortada yok. O yüzden örneğin, Pocahontas Rebecca’laştırılmadan önce yerli ismi hiç geçmiyor. Diğer yerlilerin de ismini hiç öğrenemiyoruz. Malick, mesajını veriyor. Bir hiç olarak görüldüler ve yok saymakla yetinilmeyip yok edildiler. Her şeyleri alındı. Kıskançlık nedir, bencillik nedir, kötülük nedir bilmeyen yerlilerin soykırımına dair film Yeni Dünya.

Açlıktan ölenleri yemeye başlayan bir koloninin boş vakitlerinde altın araması ve bunu yaparken de doğayı tahrip etmesi zaten olan biteni yeterince anlatıyor. Bu sömürge yapılanması karaya çıktığında ne yapıyor? Kale. Hiç kimseyi öldüremezlerse ne yapıyorlar? Birbirlerini öldürüyorlar. Hatta açlıktan, hasta arkadaşlarını öldürüp yiyorlar. Top var, tüfek var, pusula var ama insanlık yok. O yüzden film bir medeniyetin doğuşunu değil aslında yıkılışını simgeliyor. Komşusu aç iken, kendisi tok yatamayan bir medeniyetin yok oluşunu anlatıyor.

img_20160913_131817

Heidegger, bilimsel akıl ve teknolojinin batı kültürüne zarar veren yoğun bir etkiye sahip olduğunu iddia etmişti. Malick ise bu iddiayı ispatlamış. Çok daha uzun çekildiği ve iki buçuk saate indirgenmek zorunda kaldığı için kurgusal eksiklikler taşımasına ve Hollywood tüketim kalıbıyla haşır neşir olanlar için çekilmez bir anlatıma sahip olmasına rağmen Yeni Dünya, bir gün mutlaka izlenmesi gereken çok özel ve fevkalâde güzel bir film.

Yeni Dünya: Amerika’nın Keşfi

Büyük Bir Medeniyetin Çöküşüne Dair

Ertan Tunç

SOURCE : http://www.beyazperde.com/filmler/film-56147/elestiriler-beyazperde/

COLOURS OF WIND

MAİOTİK ‘İN (DOĞURTMA SANATININ) YENİDEN DOĞUŞU

Antik çağlardan günümüze kadar geçen zaman içinde, özellikle de toplumu oluşturan bireyleri ileriye taşıyacak olan eğitim sisteminin gittikçe rasyonalizmden (akılcılıktan) uzaklaştığını fark etmemek için kör olmamız gerekiyor. Yani başka türlü ifade edersek, zamanın geçmesi, teknolojinin gelişmesi, bizleri insanlıktan uzaklaştırıp kör robotlara dönüştürmekte…

Bilgilerin, bizlere sanki insandan çok teknolojik bir cihaz, bir robotmuşuz gibi hafızamıza yığıldığı bu çağda hangi yaşta olursak olalım hangi eğitimi görürsek görelim eninde sonunda ezberlemek zorunda kalıyoruz. Öğrenmekten çok ezberleyerek sınavları geçiyoruz, ilkokuldan liseden üniversiteden mezun oluyoruz. İlkokul lise üniversite yüksek lisans gibi eğitim süreçleri süresince kendimize hayatta işimize yarayabilecek sosyal ilişkiler ve değişik deneyimler katabiliyoruz peki ya bilgiyi ne kadar katabiliyoruz?
Bugün, bunun cevabını ezberci sistemle gittiğimiz sürece olumlu bir şekilde vermek oldukça zor. Oysa M.Ö 469’ a Sokrates’in yaşadığı çağa dönersek cevap apaçık şekilde rasyonalizmin içinde görülebilmekte… Sokrates’in rasyonalizmine göre, bilgilerimiz doğuştandır.

Yani, bir öğretmen öğrencisine yeni bir şey öğretmez, öğretemez, sadece öğrencisine zaten bildiği ruhunda gizlenen bilgileri açığa çıkartmasına yardımcı olabilir. Yardımcı olurken dikkat etmesi gereken sadece bu açığa çıkarmanın yöntemidir. İroniyle yöntemini uygulamaya başlayan öğretmen ilk olarak bir şeyler bildiğini sanan öğrencisine aslında hiçbir şey bilmediğini gösterir. Hiçbir şey bilmediğini fark eden öğrencinin şaşkınlığına aldırmaksızın sadece iyi bir öğretmenin başarabileceği maiotik yöntemle sorularını sorar. Düşünmeye sorgulamaya iten sorularıyla öğretmen öğrencisinin ruhunda gizlenen bildiği cevapları (bilgileri) açığa çıkarır. Öğretmenin sorgulamaya, düşünmeye ve keşfetmeye iten maiotik soruları, bilgilerin saklandıkları yerlerden çıkmaya zorlayan ezberin tersine öğretici doğurtma sanatının sorularıdır.

Sokrates günümüzde hala etkisi olan bir İlkçağ filozofu olmasının yanı sıra çok iyi de bir öğretmendir. Her tip insanın kendi kendine veya biriyle birlikte uygulayabileceği ironi ve maiotikten ( doğurtma sanatı) oluşan diyalektik yöntemi bizlere bırakmıştır.

Sokrates’in bizlere bıraktığı bu öğretici, insanlaştırıcı ilerlemeye yardımcı mirasın değerini bilemeyip yerine ezberi koyduğumuz için söyleyebilecek pek sözüm olmasa da eğer istersek doğuştan bizde olan bu yöntemi hatırlayıp uygulayarak yayabileceğimizi yeniden doğurabileceğimizi umuyorum.

GREENSEA

AYDIN VE DEVRİMCİ LEVENT KIRCA’NIN KANSERLE İMTİHANI & ÖLÜMLE YÜZLEŞMESİ

HÜKÜMETLERE KAFA TUTMUŞ ADAMIM ÖLÜME DE EĞİLMEM!

Ayşe Arman Röportajı

A.A-Öncelikle çok geçmiş olsun. Siz bir sürü şey yaşadınız. Bunu da atlatırsınız ve sağlığınıza kavuşursunuz.

L.K-Teşekkür ederim güzel dileklerin için. Ama çok da iyi değilim. Ölecekmişim gibi hissediyorum. Karaciğer kanseri olduğum için böyle hissediyor olabilirim, kim bilir belki de iyileşebilirim… Ama zaten insanın kendini düşünme zamanı mı şimdi, baksana ortalık yangın yeri.

A.A- Onlar da önemli, sizin başınıza gelenler de. Neden ben diyor musunuz?

L.K-Hayır. Hiç. Oysa etrafımda “Allahım niye böyle oldu? Neden beni buldu? İnşallah ölmeyeceğim herkes bana dua etsin” diyenleri görüyorum. Onların hastalıkla yüzleşmesi böyle saygı duyuyorum. Ama ben hastalığıma böyle yaklaşmıyorum. Belki de “devrimci bir kültürle” büyüdüğüm için “öleceksek öleceğiz” diyorum. Ölüm de güzel bir şey. Doğumu yaşıyoruz ölümü de hakkıyla yaşamak lazım. Böyle düşünüyorum.

A.A-Ağır oldu bu söyledikleriniz! Biz genelde bunları konuşmayız.

L.K-İyi de sadece ben değil, hepimiz ölümü yaşayacağız. Ölüm de bir güzellik. Bir müziğin sonu, bir oyunun sonu, bir eserin sonu gibi insanın sonu… Finali güzel yaşamak lazım. Ağlayıp,sızlayıp dövünüp onu rezil etmemek lazım. Bir de, 65 yaşına gelmişim. Okumuş yazmış, çizmiş üretmişim.Şan-ı şöhreti görmüşüm, bunu taşıyabilmişim, çoluğum çocuğum olmuş, hayatıma birbirinden değerli insanlar girmiş, bu insanlar beni sevmiş mutlu olmuşum. E 65’te ölmezsem 75 ‘imde öleceğim.

A.A-İnsan tırsmıyor mu?

L.K-. İnsan tırsmıyor. İlk kanserimde afallamıştım. Bu kez tuhaf bir şekilde kabullendim. İnsan olgunlaşıyor, dik durmayı öğreniyor. Gerekirse de ölürüm. Hayatta dik durmayı başarmış, hükümetlere kafa tutmuş devrimci bir adam olarak, yine dik duracağım. Ben ölüme de eğilmem. Bu gibi durumlarda 18’liklerin şehit olduğunu görüp “neden ben” demek bence bencillik… Seneler evvel bir arkadaşım çok ağır kanserdi. Hastaneye ziyaretine gittim. Hiç unutamam pencereyi açtı ve gökyüzüne bağırdı “Neden ben?” diye. Sesimi çıkarmamıştım ama yadırgamıştım. Neden ben demek bencillik gibi geliyor bana. Neden o ölüyor da başkaları ölmüyor? 18 yaşında çocuk şehit düşüyor, var mı bunun açıklaması. Kemoterapiye gittiğimde küçücük çocuklar görüyorum. Onlar acı çekerken benim şikayet etmem, ölmek istemiyorum gitmeyeceğim, kazık çakacağım diye tutturmam ayıp değil mi? Bu vatanın evladına şehit olarak gelen ölüm, bana kanser olarak gelmiş çok mu?

L.K-Hep aynı klişeler… Seni çok iyi gördük, sen bizi gömersin gibi aynı klişe sözleri tekrarlıyorlar… Onların da işi zor! Ne diyecekler… Ama sonra komik oluyor. Çünkü ard arda gelen üç kişi aynı klişe cümleyi kuruyor

nee

TAMAMINI MERAK EDİP OKUMAK İSTEYENLERE :

http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ayse-arman_12/hukumetlere-kafa-tutmus-adamim-olume-de-egilmem_30058868

KARANLIĞI AYDINLATAN ATEŞ

Prometheus’un ateşi ulaştırıp aydınlattığı insanlar, ne kadar ve nasıl yaşayacakları konusunun belirlenmesi için Zeus’un karşısına çıkarlar. Zeus, insanların 25 yıl yaşamalarını yeterli görür. Çünkü uzun yaşamak, hızlı ve güçlü olmak; iyi görüş açısı, iyi koku almak gibi diğer özellikler insandan önce yaratılan diğer canlılara verilmiştir bile. Bunun üzerine insanlar, ağlayıp, yalvararak; üstün bir tür olduklarını, o anda orada yer alan tırtıl, kelebek, tavus kuşu, beygir, tilki ve maymundan daha uzun yaşamaları ve vasıflı olmaları gerektiğini söylerler, onların ömürlerinin alınıp kendilerine verilmesi konusunda ısrar ederler.
Zeus, bir tanrının adil ve tüm varlıklara eşit yaklaşması gerektiğini düşünerek, insanın bu isteğini kabul eder ve insanların hayatlarının belli dönemlerinde bu hayvanlar gibi yaşamasını uygun olacağını düşünDür. İnsanların yaşamlarının belli dönemlerinde bu hayvanlar gibi ömür sürdüğü daha uzun yaşam fikri aklına yatar ve karar verir.

Yeni doğan bir insan yavrusu tırtıl gibi yerde sürünür, emekler, çocukluğunda ise kelebekler gibi hareketli ve neşe ile koşar, oynar, gençliğinde tavus kuşu gibi gururlu, baş kaldırır. , Otuzlu yaşlardan sonra ise hayatın tüm yükünü çekip, gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalır; bu dönemde bir beygir gibidir… Kırklı yaşlarıyla beraber olgunlaşır, tıpkı bir tilki gibi tecrübe sahibidir ve kurnazlaşır. Yaşlandıkça da çirkinleşir ve maymuna benzer.
Antropomorfizm (insan biçimcilik) bu noktadan yola çıkmıştır, insan biçiminin ve niteliklerinin başka bir varlığa atfedilmesidir: hayvanlar, cansız varlıklar, doğa güçleri, şeytanlar, melekler ve tanrılar antropomorfizmin konuları arasında sayılabilir.
Doğa ve canlılardaki özellik ve güçlerden oluşan insanın; yarattığı ve inandığı tanrılarının da insani nitelikleri taşıması, oluşturması beklenirdi, nitekim Homeros’un ve Hesiodos’un tanrıları insan gibi anlatmaları ve yunan mitlerindeki tanrıların insan niteliklerine sahip olmaları birer antropomorfizm örneğidir.
Bugünlere kadar süregelen insanı tanrılaştırma ya da tanrıyı insanlaştırma hallerimiz bugünlerde her ne kadar akıldışı gözükse de aslında çok eski geçmişe dayanmaktadır.

GREENSEA