DİL CAMBAZI NIETZSCHE BİR BİLMECE Mİ?

*Ümit mi? Ümit en son kötülüktür. Ümit kötülerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır.
*Unutan iyileşir.
*Müziksiz bir hayat hatadır.
*Evlilikleri mutsuz kılan sevginin eksikliği değil, arkadaşlığın eksikliğidir.
*Beni öldürmeyen güçlendirir.
Gündelik hayatımızda genellikle kulaktan dolma, yerli yersiz, sıkça kullandığımız aforizmalar…
Nietzsche’nin aforizmalarından birkaç tanesi ile başladım yazıma. Kimimiz aforizmanın kime ait olduğunu bilmeden, kimimiz ne anlama geldiğini bilmeden, kimimiz ise aforizma dahi olduğunu bilmeden aklımıza geldikçe kullanırız bu aforizmaları…
Oysa aforizmalar, felsefi sistemlerin ve bu sistemlerdeki kavramların özü/ özümsenmiş halleridir.
Felsefe kavramlardan oluşur. Kavramlar ise filozoflar tarafından oluşturulan düşünce sisteminin olmazsa olmazlarıdır. Bir filozofu anlamak onun kavramlarını anlamakla mümkündür. Nietzsche’nin dil cambazı oluşu; dili okuyanın anlamasını zorlaştıracak derece de şiirsel ve derin kullanması da okuyucuların işini iyice zorlaştırır.
Anlaşılmasının önündeki en büyük engel; Nietzsche’nin dil cambazlığı nasıl anlatılabilir? “Güç İstenci” ve “Üst İnsan” Nietzsche felsefesinin temel kavramlarıdır. Bu kavramların belli tek bir tanımı yoktur. İşte zorluk tam buradadır. Nietzsche her kitabında bu kavramları farklı anlamlarda kullanır. Aynı kitabın farklı bölümlerinde bile bu kavramları sıkça farklı anlamlarda kullanır. Okuduğunuz sürece bu temel kavramlara her denk gelişiniz de bildiğinizi ve anladığınızı unutmanız bir nevi sıfırdan başlamanız gerekir.
Her seferinde sıfırdan başlamak gerçekten zor olsa da; bu zorluk, Nietzsche’nin veya herhangi bir filozofun aforizmalarını sloganlaştırarak kullanmak için yeterli ve geçerli bir sebep olamaz olmamalıdır. Gerçekten kendini tanımak ve anlamak isteyen okurlar için sürekli en başa dönmek zorlayıcı olsa da yıldırıcı olmayacaktır.

Nietzsche’ye göre felsefe, insanla başlar insanla biter. Bütünüyle insanla insanın ta kendisiyle ilgilidir.
Oruç Aruoba,“eğer kendinizi anlamaya ve tanımaya kararlıysanız kendinizi anlarken Nietzsche’yi de anlarsınız diyerek Nietzsche okurlarının iyi bildiği Nietzsche’nin hem herkesin hem de hiç kimsenin filozofu olduğunu yeniden hatırlatır.
GREENSEA

ŞEKİLLİ VE ŞEKİLSİZ KÜTLELERE DAİR

Talebe denen şekilsiz kütle… Oğuz Atay’ın ironiye ağırlık veren tavrıyla yazdığı düşünülesi sözler…

Talebe; okul sıralarında günlerini aylarını hatta saymayı unutacağı kadar çok yıl harcayan kütledir. Kütle olma konusunda Oğuz Atay ile aynı fikirdeyim. Fakat kafamı kurcalayan bu talebe denen kütlenin şekilsiz mi yoksa şekilli mi olduğu…

Talebe; öğretmeyi görev edinmiş öğretmenlerimiz tarafından topluma faydalı olma güdüsüyle eğitilmeyi bekleyen kütlelerdir. Oğuz Atay’ın da dediği gibi belki de eğitilmeden, çeşit çeşit bilgiyle donatılmadan önce şekilsiz bir kütleden ibarettir talebe… Öğretilen ve öğrenilen her kelime, her bilgi kırıntısı şekillendirir onu. Burada esas soru nasıl şekillendirdiği olsa gerek. Bu noktada Einstein’in “Aslında herkes dahidir, zekidir ama siz kalkıp bir balığı ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir” sözü imdada yetişir.

Dünyada ister talebe, ister öğretmen, ister müdür, ister çöpçü, hangi meslekten olursa olsun herkes eşsizdir tektir. Hayata atılma öncesi hazırlık dönemi diyebileceğimiz aileyle başlayıp, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite ile süren eğitim hayatı süresince farklılıklarımızı görmezden gelip herkese “balık” muamelesi yaparsak “aptallar ordusu” yaratmaz mıyız? İlk olarak aile içinde başlayan aptallar ordusu yaratma eğitiminin temeli; ayıba, günaha, gelenek ve göreneklere dayanır. Öğretilene uyulması, uyumlu ve uslu olunması tek beklentidir. Öğretilenin dışına çıkmak tepki ile karşılanıp çeşitli cezalarla son bulur. Karşılaşılan tepki ve ceza ise öğrenciye öğretilenin dışına çıkmamayı acı bir şekilde bir kez daha hatırlatır. Ceza çekmekten çekinmeyen kaçınmayan insanlar olsa da çoğunluk kabul görmek veya sevilmek gibi ihtiyaçlardan dolayı öğrenilmiş çaresizliğe teslim olur.

Okul hayatı da bu öğrenilmiş çaresizliği destekler. Verilen ödevler, yapılan sınavlar herkesi tek tip gibi algılamaya iter. Farklılıklarının farkına varan yada varmaya başlayanlar kendilerini garip hatta hata yapıyormuşçasına suçlu hissetmekten kurtulamazlar. İçlerinde başlayan farklılık ve tek tipleşme savaşı istisnalar dışında tek tipleşmeyi benimsemeyle sonuçlanır. Ardı arkası kesilmeyen ödevler ve sınavlarda zaten mümkün oldukça farklılıklarımızı fark edecek zamanı bırakmazlar.

Talebe denen başta şekilsiz olan fakat sonradan fazlasıyla şekillenen talebeler her yıl her ödev de, her sınavda ödevi nasıl yapacaklarını, sınava hangi konuların dahil olacağını sormaya devam ederler. Bu sorular karşısında tek tipleşerek şekillenmiş öğretmenlerinde sadece lafta kalan cevapları kendiliğinden oluşur. Sınav için çalışmayın, sınavla sınırlı kalmayın gibi cevaplarla sıralarını savarlar.

Bu öğretmenin de öğrencinin de Einstein’a göre balıklaştığı, bana göre ise söz dinleyip söyleneni yapmaktan öteye geçemeyenlerin koyunlaştığı düzende ilerlemek ne kadar mümkün. Gelenek görenek, ayıp günah gibi öğretilerin başladığı aile kurumu başta olmak üzere hepsini temelden sarsmalı sorgulamalıyız. Aynı olmaktan kokuşmuş öğretileri kökünden söküp atmalı, bunun dışındakileri de günümüze uyarlamalıyız.

Asırlardır kemikleşmiş yapıyı sarsıp yıkmak ancak direnip vazgeçmemekle mümkün. Atanamayıp geçim derdiyle boğuşan öğretmenlerin, hangi meslekten olursa olsun çocuklarını okutmak içim kendi en temel ihtiyaçlarından kısan ailelerin ve okuyabilmek içim insandan çok yarış atı gibi davranan ve davranılan öğrenciler de düşünüldüğünde ümitli olmak pek kolay değil. Atanamayıp geçinemeyen insanımızın vazgeçmeden direnmesi onurlu bir direniştir şüphesiz ama öte yandan nerdeyse hayalperestlikle eşdeğerdir. Ailesinin zorluklarla okuttuğu öğrencinin sınavları verip aileye katkı sağlama hedefi de öncelik oldukça gençlerin bile hayal etme özgürlüğü neredeyse yok gibidir.

Ülkemizde ne tek kalıptan çıkmış öğrenciler ne de öğretmenler hatalıdır. Filozofların, bilim adamlarının düşünüp yazarak bize bıraktıkları mirasın değerini bilmeye başlarsak ve birlik olabilirsek kemikleşmiş yapıyı sarsıp devrim yapabiliriz. Bunu çeşitli biçimlerde ifade eden Einstein’in eğitime dair düşünceleriyle sorgulayışı başlatmayı umarak sözlerimi bitiriyorum.

  1. Merakınızın peşinden gidin

“Benim özel bir yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım.”
Sizin merakınızı çeken nedir? Neyi en çok merak ediyorsunuz? Benim merak ettiğim neden bazı insanların başarılı olup bazılarının olamadığıdır. Bu yüzden yıllarca başarı üzerine çalıştım. Merakınızın peşinden giderseniz başarıya ulaşırsınız.

  1. Azim paha biçilmezdir

“Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum.”
Belirlediğiniz yolun sonuna ulaşacak kadar sabırlı mısınız? Posta pullarının gideceği yere varasıya kadar mektuba yapışıp kalmasından ötürü çok değerli olduğu söylenir. Posta pulu gibi olun ve başladığınız işi bitirin.

  1. Bugüne odaklanın

İki atı aynı anda süremezsiniz. Bir şeyler yapabilirsiniz ama her şeyi yapamazsınız. Şimdiye odaklanın ve bütün enerjinizi şu anda yaptığınız işe verin.

  1. Hayal gücü güç verir

“Hayal gücü her şeydir. Sizi bekleyen güzelliklerin önizlemesi gibidir. Hayal gücü bilgiden daha önemlidir.”
Hayal gücünüz geleceğinizi belirler. Einstein şöyle der: ‘Zekanın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil’. Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına izin vermeyin.

  1. Hata yapın

“Hiç hata yapmamış bir insan yeni bir şey denememiş demektir.”
Hata yapmaktan korkmayın. Eğer nasıl okuyacağınızı bilirseniz hatalar sizi daha iyi bir konuma getirebilir. Başarılı olmak istiyorsanız yaptığınız hataları üçe katlayın.

  1. Anı yaşayın

“Ben geleceği hiç düşünmem, ne de olsa gelecektir.”
Geleceği ayarlamanın tek yolu olabilidiğiniz kadar şimdide olmaktır. Şu anda dünü ya da yarını değiştiremezsiniz. Önemli olan tek an şimdidir.

  1. Değer yaratın

“Başarılı olmaya değil, değerli olmaya çalışın.”
Zamanınızı başarılı olmak için harcamayın, değerler yaratın. Eğer değerli olursanız başarı kendiliğinden gelecektir.

  1. Farklı sonuçlar beklemeyin

“Delilik: Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek.”
Hergün aynı rutinde yaşayarak farklı görünmeyi bekleyemezsiniz. Hayatınızın değişmesini istiyorsanız kendinizi değiştirmelisiniz.

  1. Bilgi deneyimden gelir

“Bilgi malumat değildir. Bilmenin tek yolu deneyimlemektir.”
Bir konuyu tartışabilirsiniz ama bu size sadece felsefi bir anlayış kazandırır. Bir konuyu bilmek istiyorsanız onu deneyimlemelisiniz.

  1. Kuralları öğrenin, daha iyi oynayın

“Oyunun kurallarını öğrenmek zorundasınız. Böylece herkesten iyi oynayabilirsiniz.”
Yapmanız gereken iki şey var. Birincisi oynadığınız oyunun kurallarını öğrenmek. İkincisi ise oyunu herkesten iyi oynamayı istemek. Bu iki şeyi yaparsanız başarı sizinle olur!
Düş gücüm üzerinde özgürce çizen bir ressamdan bende yeterince vardır. Düş gücü bilgiden daha önemlidir. Bilgi sınırlıdır. Düş gücü ise dünyayı sarar.
Mantık sizi A’dan B’ye götürür; düş gücü ise her yere.

GREENSEA

BİR DOĞUM / BİR ÖLÜM HİKAYESİ

Bugün dünyaya ilk çığlığımı atarak geldiğimi bende varım artık diye ilan ettiğim gün. Dünyaya geleli 27 yıl oldu dile kolay 27 yıl. Bu rakamın 2 3 katını söyleyeceğim günler de gelecek ama şimdilik 27 rakamıyla devam edeceğim.

Birçok “iyi ki doğdun” gibi cümlelerle dünyaya gelişimin kutlanışıyla günüm geçiyor. Kimler kutlamış ne şekilde kutlamış diye bakıyorum okuyorum herkese cevabımı ise günün sonuna saklıyorum. Klasik bir “iyi ki doğdun” cümlesiyle veya başka daha farklı cümlelerle kutlanması yazan biri olarak ilgimi çekiyor nedense… Sözcüklerin sanıldığından çok şey anlattığından belki de…

Sözcüklerden başka bir şey daha dikkatimi çekiyor. Kutlamalara cevaplarımı gün sonuna saklayacağımdan sözcüklerden başka dikkatimi çeken yine bir sözcük olduğu kadar kavram da olan “doğum” üstüne odaklanıyor ilgim.

Doğum; yeni bir canın dünyaya gelişi ise ve kutlanıyorsa mutlu iyi bir kavram ve olay gibi ya ölüm, o yeni canın eskiyip yaşlanıp hastalanıp kaza falan geçirerek yok olması değil mi? Onu neden kutlayamıyoruz onu neden kötü olanmış gibi görüyoruz? Bununla ilgili bir şeyler yazmayı deneyeceğim.

Hep doğum olduğunu ölümün olmadığını düşünelim. Hastalıklar kazalar var olmaya devam etsin ama hiç kimse ölmesin. Mutlu olur muyduk? Bir hafta bir ay bir yıl belki daha uzun süre mutlu olurduk çok fantastik olmaz denen bir şeyin olduğu bir durum olurdu nasıl mutlu olunmasın…

Ya bir süre sonra sürekli artan bir nüfus artan iktisadi ihtiyaçlar yaşlanan ve hiç ölmeyen bakıma muhtaç insanlar ile yüzleşince hala mutlu olur muyduk ölümün yok oluşundan hala doğumu kutladığımız gibi ölümün olmayışını da kutlamaya devam edebilir miydik? Büyük konuşmayalım kutlayanlar olacaktır ama çoğunluk sanıldığı kadar ölüm, acı veren ani gelen olmasa keşke dediği bir şey olmaktan çıkacaktır.

Ölümün doğumun zıttı gibi ve ani acı veren bir etkisi olduğu ve hep olacağı şüphesizdir ama ölümün de doğum gibi kutlanması gereken bir şey olduğunu fark etmek gereklidir belki de… Eminim ki ölüm de doğumun zıttı insanların korkuyla beklediği mecburi son olmaktan bu etiketten yorulmuştur doğumla eşdeğer iyi bir yanı olduğunun anlaşılmasını istiyor olabilir… Ölümün olmadığı bir dünyada doğumların bile kutlanamayacak hale gelebileceğini anlamak ölümü mecburi son etiketinden kurtarıp kutlanabilecek bir olay haline getirmeye ne dersiniz? Doğum ile ölümü iki iyi dost yapmaya ne dersiniz? Aralarındaki düşmanlığa son vermeye ve böylece ölümlerde ağlamak yerine tepki olarak kutlamaya ne dersiniz?

Ben süper olur derdim zor olur ama süper olur derdim. Bunu başaran insanlar insanlıklarını aşarlar insanüstü olurlar derdim. Siz ne derdiniz? Denemeye değer mi? Yada düşünmeye başlangıç olarak…

YAŞAM GÜZELDİR HİÇ BİTMESİN İSTENİR İÇTEN İÇE AMA UNUTMAYIN HOMEROS’UN DEDİĞİ GİBİ ÖLÇÜSÜ KAÇTI MI EN GÜZEL ŞEYLER BİLE BIKTIRIR İNSANI…

GREENSEA

HAKLI OLMAK VEYA OLMAMAK

Sürekli haklı olmaya çalışmak…
Kazanmak kazanmak kazanmak mümkünse hep kazanmak hiç kaybetmemek…
Son zamanlarda toplum olarak haklı olma hastalığına fazlasıyla kapılmadık mı?

Gündelik hayatımızda, televizyon ekranlarında sürekli olarak haklılığını kanıtlamaya çalışan ve bu uğurda her şeyin mubah olduğunu her fırsatta dile getiren yüksek seslerle istesek de istemesek de karşılaşıyoruz.
Karşımızdaki kişi kim olursa olsun bizimle aynı fikirde olmadığında, fikrimizi özgürce ifade etme hakkına sığınıp tüm gücümüzle haklılığımızı kabul ettirmeye çalışıyoruz. Bu süreçte aklımızdan geçen en son şey belki de “gerçekten haklı olup olmadığımız… Eğer savunmaya geçmeden önce bir anlığına dahi olsa gerçekten haklı olup olmadığımızı düşünebilsek, fikirlerimizi paylaşmanın ve farklılıklarımızın bizleri haklı olmaktan çok daha mutlu edebileceğinin da farkına varabiliriz.
Sürekli haklı olmaya çalışmak, başta iddia sahibi olmak üzere herkesi sürekli savunma halinde kalmaya zorlayacağından sanıldığından çok daha fazla yorar. Bu gibi anlarda kendimize “yorucu olduğu kadar mutsuz edeceğini bile bile haklı olmak ister miyim” diyebiliriz; mutlu olmayı haklı olmaya tercih ettiğimizi kendimize hatırlatabiliriz.Sürekli haklı olmanın yoruculuğundan ve geriliminden kurtulduğunuzu farkettiğiniz andan sonra ise bu durum bir alışkanlık halini alabilir hatta hayat felsefeniz haline bile gelebilir.

GREENSEA

ELİMİZDEN KAYIP GİDENLERE DAİR

Hayat, farkında olmadan akıp giden durdurulamayan süreç… Yaşam, yaşamak eylemini biz insanlar o kadar sıradanlaştırdık ki… Sabahları uyanmak, işe veya okula gidip gelmek ve günlük işlere koşuşturmakla geçen ve her geçen gün gittikçe sıradanlaştırdığımız ve her anının bir mucize olduğunu unuttuğumuz hayatları yaşarmış gibi yaparak bizlere verilen mucizeye yeterince sahip çıkabiliyor muyuz?Değerini bilip, sahip olduğumuz mucizenin farkına ancak onu kaybettiğimizi sandığımızda ya da gerçekten kaybettiğimizde varabiliyoruz. Çok sevdiğimiz bir dostumuzla kavga ettiğimizde kaybetme korkusunu yaşıyor o dostun değerini hatırlıyor, kaybetmemek için çabalarken buluyoruz kendimizi… Ya da hastalandığımızda, sadece nefes almanın öneminin ne kadar büyük olduğunu, gayet sıradan saydığımız nefesin bizi yaşattığı gerçeğini bilinçli olarak fark ettiğimizde nefes alıp vermenin her şeyden önemli gerçek bir mucize olduğunu da anlamış oluyoruz. Bir kavga, bir hastalık, yeri doldurulabilecek dönüşü olan kayıplar bizim için küçük uyarıcılar sadece. Bizlere sahip olduğumuz yaşamın sıradan olmadığını fısıldıyorlar kulağımıza ufak uyarıcılık ve uyandırıcılıklarıyla.İstesek de geri döndüremediğimiz sonsuza kadar vedalaşmak zorunda kaldığımız kayıplarımızda ise fısıltıdan çok daha güçlü, kulakları sağır eden çığlıklar gizlenir ki; işte o herkesin duyamadığı sadece ölüm denen zorunlu vedalaşmayı yaşayanların içlerinde duyabileceği çığlıkların yankısı yıllar geçse de bizlere kendini unutturmaz unutmak istesek de… Kendini unutturmayacak güce sahip olan en büyük kayıp sayılan ölüm, bizlere bir an dahi olsa bütün sahip olduklarımızın birer mucize olduğunu da unutturmaz. Bu yüzden temelli gidenin (ölenin) bizlere bıraktığı hayatla ilgili önemli dersi anlamamız, sindirmemiz, yaşamımızın en temel dersi haline getirmemiz uzun zaman gerektirir.Bütün kayıpların içinde bize en çok acıyı verdiği gibi en önemli dersi veren kayıp “ölümdür”. Acısını içimize sığdırmayı başardıktan sonra her kayıp gibi ölümünde, acının ve kayıpların büyük küçük demeden bizleri güçlendirmesine izin vermek gerekir. En büyük kaybın bizi de öldürmesine izin vermemek, ona karşı güçlenebilmek, ölümün bizlere verdiği dersin yanı sıra en büyük kazançlarımızdan biri olacaktır.Ölenler için belki de ölüm, çekilen acıların son bulmasıdır. Ölümün son iyiliğini yapması ve ölümden sonra bir daha ölümün olmamasıdır. Geride kalanlar içinse kabullenilmesi zor sancılı bir süreç ve kaybettiklerimizin sessizce gidişleri ile bizlere bıraktıkları hazine değerindeki unutulmaz anıların yanında her an farkında olacağımız bir hayattır. Kaybettiklerimizin bizlere bıraktıklarına baktığımızda ölümün de hayat gibi bizler için olduğunu anlamamız kaçınılmazdır. Ama belki de ölümden de zor olan, dönüşlü, dönüşsüz kayıpları yaşamadan, sevdiklerimizi kaybetmeden sahip olduğumuz hazinelerin farkında olmaktır…

(Çok kişisel bir yazı değil ama başta askerlik arkadaşım olmak üzere bütün ellerimizden kayop gidenlere…)

GREENSEA

MARAŞ KATLİAMI

MARAŞ KATLİAMI 1978

TANIKLARI KONUŞUYOR

19 Aralık ile 26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta meydana gelen Alevilere yönelik katliam. Yedi gün süren olaylar sırasında 150 Alevi öldürüldü. Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakıldı, 100’e yakın işyeri tahrip edildi. Yirmi üç yıl yıl süren davalar sonunda 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza almıştır. Katliamda önemli rol oynayan 68 kişiye ise ulaşılamadı.12 Eylül Darbesi’ne sebep olan olaylardan biri olarak kabul edilmektedir.

Kronoloji

Siyasal nedenlerle körüklenen Alevi-Sünni ayrılığının Kahramanmaraş’ta gerginliği tırmandığı bir dönemde, 19 Aralık’ta kentteki Çiçek Sineması’na, o dönemin ender milliyetçi filmlerinden biri olan, Cüneyt Arkın’ın başrol oynadığı Güneş Ne Zaman Doğacak isimli filmin gösteriminde, saat 21:00’de patlayıcı madde atılması, olayların başlangıcı olmuştur. Bombalama eyleminin sol görüşlü kişiler tarafından yapıldığını görenkalabalık sağcı bir grup ile Türkoğlu ilçesinden gelen bir grup ülkücü Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın ve Müslüman Türkiye sloganlarıyla seyirci kitlesini coşturarak Cumhuriyet Halk Partisi il merkezine, PTT ve Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) binalarına saldırdı. Bombanın patlamasından hemen sonra, Ülkücü Gençlik Derneği Kahramanmaraş şube başkanı Mehmet Leblebici ve ikinci başkan Mustafa Kanlıdere’nin talimatları ile bombayı attığı iddia edilen Ökkeş Kenger, Ankara’ya Ülkücü Gençlik Derneğine telefon ederek yardım talebinde bulundu.

Ertesi gün Alevilerin yoğunlukla oturduğu Yörükselim Mahallesi’nde bir kıraathane bombalandı. Bombalama sonucu kahvehanede bulunan mahalle sakinleri yerlere yattı. Bomba şans eseri kahvehane penceresinin altındaki betona isabet ederek kahvehaneye girmedi. Olay sonucunda Gıjgın Dede adlı bir mahalleli vefat etti. 21 Aralık öğle saatleri Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu adlı iki sol görüşlü Alevi öğretmen silahlı saldırı sonucu yaşamlarını yitirdi. O zamanki Kahramanmaraş valisi Tahsin Soylu kentte askeri güç gönderilmesini istemiştir, ancak talebi uygun görülmemiştir. 22 Aralık’ta öğretmenlerin cenazelerinin getirildiği camide bulunan sağcı bir grup, ölenlerin cenaze namazının kılınmasına karşı çıkarak engelledi ve kalabalığın dağılması ile cenazeler ortada kaldı. Güvenlik güçlerinin müdahalesi ile karşılaşmayan sağcı grup, kent çarşısına yürüyerek orada toplanmış olan Aleviler ve Sünnilerle çatışmaya girdi. Çatışmalarda üç insan öldürüldü.

22 Aralık gecesi sağcı gruplar Sünni mahallelerinde Alevilerin ertesi gün silahlı saldırı yapacağını iddia ederek, kitlesel biçimde silahlanılmasını sağladılar.Aleviler de silahlanarak, çıkan olaylara cevap niteliğinde saldırılara hazırlanıyorlardı.23 Aralık’ta Kahramanmaraş’taki olaylar tarafların karşılıklı çatışmalarına dönüştü.

24 Aralık’ta saldırıların polis kuvvetlerine yönelmesi üzerine, polis ile halk arasında çatışmayı önlemek amacı ile kentteki bütün polisler görev dışı bırakıldı. Sünni kesim bundan istifade ederek Aleviler üzerindeki baskılarını arttırdı. İnsanlar galeyana gelmiş, durum kontrolden çıkmış ve il genelinde kaos ortamı yaşanmıştır. Günlerce süren karşılıklı saldırıları önlemek amacı ile Kayseri ve Gaziantep’ten askeri birlikler gönderildi.

Maraş olayları patlak verdiğinde CHP iktidar, Bülent Ecevit ise başbakandı. Olaydan sonra CHP’nin içişleri bakanı İrfan Özaydınlı yaptığı açıklamada olayların sebebinin sol örgütler olduğunu söyleyerek partisinden büyük tepki almıştır. Sonrasında da içişleri bakanlığından istifa etmek zorunda bırakılmış, yerine Hasan Fehmi Güneş getirilmiştir. Bülent Ecevit, olayların kendisini uzun süredir direndiği sıkıyönetim talebine zorlamak için kontrgerillalar tarafından çıkarıldığını bildirdi.

Olaylar nedeniyle Diyarbakır, İzmir, Suriye-İran-Irak gibi sınır boylarını çevreleyen iller de dahil olmak üzere birçok ilde sıkıyönetim ilanı gündeme gelmiş ve 26 Aralık 1978 saat 7.00’den itibaren İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Adana, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Gaziantep, Kars, Malatya, Sivas ve Şanlıurfa olmak üzere, toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Daha sonra bu illerin sayısı arttırılmıştır.

Saldırılar sonucunda resmi verilere göre 150 kişi öldürüldü, 176 kişi yaralandı, Alevilere ait 200’ün üzerinde ev yakıldı. 100’e yakın işyeri tahrip edildi.Resmi olmayan beyanlara göre ise ölü sayısı 500’e yakındır. Şeyh Adil Mezarlığı’nda topluca defnedilen kurbanların defin yerinin tam olarak neresi olduğu ve defin tarihinde dini tören yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir.

Yargılama

Sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davalar 1991 yılına kadar sürmüş, çoğunlukla sağ ve aşırı sağ görüşlü olarak nitelenen toplam 804 kişi hakkında dava açılmıştır. Sanıklardan 29 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1-24 yıl arasında hapis cezaları ile cezalandırılmıştır. İdam ve müebbet hapis cezaları dışındakilere 1/6 oranında cezai indirim uygulanmış ve cezaları azaltılmıştır. Sıkı yönetim mahkemesinin kararı Yargıtay tarafından bozulmuş, yeniden yapılan yargılama sonucunda idam cezaları uygulanmamıştır.[kaynak belirtilmeli]

Katliamın müdahil avukatları Ceyhun Can 10 Eylül 1979’da, Halil Sıtkı Güllüoğlu 3 Şubat 1980’de ve Ahmet Albay 3 Mayıs 1980’de öldürüldü.

Ceza alanların cezaları da 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle ertelendi ve daha sonra da serbest birakıldılar.[13] Bu kişilerden bazıları daha sonra milletvekili olarak TBMM çatısı altında yer aldılar.

O zamanın CHP milletvekili Oğuz Söğütlü, Kahramanmaraş’ta yaşananların açık soykırımdan başka bir şey olmadığını, Alevi nüfusun yüzde 80’inin kenti terk ettiğini iddia etti.[kaynak belirtilmeli]

Olayın bir numaralı sanığı Ökkeş Kenger yargılanıp beraat etti ve soyadını Şendiller olarak değiştirdi. Daha sonra 1991 yılında Refah Partisinden 19. Dönem Kahramanmaraş milletvekili seçildi.

Devlete ait gizli rapor

Basına ve kamuoyuna yansıyan iddialara göre, olayların ardından istifa eden dönemin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı katliamın açığa çıkartılması için özel bir ekip görevlendirdi, hazırlanan ayrıntılı rapor İçişleri Bakanlığı’na sunuldu, ancak raporun içeriği gizli tutuldu.,

Raporda katliamın planlayıcılarının “26 seyyar piyango bayisi görünümünde şehre geldikleri saptanmıştır” denildiği ve Bahçelievler katliamı sanıklarından Ünal Osmanağaoğlu, Haluk Kırcı, Bünyamin Adanalı, Ahmet Ercüment Gedikli gibi isimlerin katliamın yaşandığı günlerde Kahramanmaraş’ta olduklarının kaydedildiği öne sürülen iddialar arasındadır.

NIETZSCHE – Herkes ve Hiçkimse için Bir FİLOZOF

NIETZSCHE

Herkes ve Hiçkimse için Bir FİLOZOF

Felsefeyi sistematik ve rasyonel düşünme etkinliği olarak tanımlamak ve bu tanım çerçevesinde Nietzsche’yi anlamaya çalışmak çabasını zora sokabilir. Yapıtlarındaki tarzı ve belli bir yazın sistematiği olmayışı Nietzsche’yi felsefe tarihinde özgün bir yere koymaktadır.

Önemli iki felsefe ekol olan rasyonalist ve emprist düşünce geleneği içerisinde yer almaz. Herhangi bir düalizm üzerinden gelişen bir bakış açısının olmaması bu ekollerle arasındaki önemli bir ayırımdır. Söz konusu her iki ekolün en önemli ortak özelliği özne-nesne düalizmini temel almalarıdır. Bu bakış açısı rasyonalizmde “akıl dışı dünya”, pozitivizmde ise “olgu-değer ” olarak yaşam bulur. Varlık oluş ikilemi kıstas alınırsa Nietzsche’nin oluşa vurgusu “oluş filozofu” olarak değerlendirilmesini sağlar.

KÖRLÜK KÖR EDİYOR

Yakın zamanda aramızdan ayrılan Portekizli yazar Jose Saramago’nun adı gibi kitap süresince kör eden kitabın sonunda ise gözlerimizi hiç görmediği kadar iyi görmesini sağlayan kitap olan “Körlük”.

Trafikte yeşil ışığın yanmasını beklerken bir anda kör olup dünyası beyaza boyanan bir adamla başlar kitap. Daha ilk cümle ilk olay bile o üstünüzde hem gerçek hemde gerçek olamaz etkisi birakır ki çarpılırsınız ve kör olan adamın adı tipi fiziki görünüşü merak edemezsiniz. Çünkü devamında kör olan adama yardım eden bir adam nasıl olsa kör diye adamın arabasını çalar. Daha birinci cümle ve olayın etkisini yaşarken ikinci olay tamamen etkisine alır sizi. İçinizden de bir ses ne kadar gerçek dedirtir. Gözümüzün önünde neler oluyor da görmüyoruz kör bir adamda mı düşünecekti…İlk satırlarda ilk olaylarda daha gerçek yüzünüze çarpar ve bir o kadar da gerçek dışılık…

Bu gerçek dışılık salgın gibi yayılmaya başlar bütün ülkeye. Tek bir kişi vardır kör olmayan göz doktorunun karısı. Dünyanın geri kalanı göremeyen gözlerle yaşamaya hayatta kalmaya çalışırken bir yandan da hayatta kalma veya insan doğasının getirisi cinayetlere,tecavüzlere, hırsızlıklara, yağmalamalara insanlıktan çıkmışlığa da kör olur kendi pisliğinde boğulur.

Bunları tek gören kişi kör olmayan doktorun karısıdır. O kör olanlara yardım etmeye çalışır. Ama çoğu zaman ve özellikle de kitabın sonunda kör olsaydım bende keşke der kör olanlar ona rehberlik ettiği için teşekkür ederken. Kör olanlar beklenmedik körlükten görmek isterken, gören tek kişi ise gördüklerinden sonra kör olmak ister.

Böyle anlatınca fantastik bir olaylar dizisi gibi gözükmesi kaçınılmazdır ama görüneni görmenin ötesine geçilmeye çalışılırsa körlük olgusunun metafor olarak kullanılışı ve liberal demokrasinin insanları sürüklediği ortamın iç yüzü etkileri en görmek istemeyen gözlere beyinlere bile görünür.

Bir de bunu benim cümlelerim dışında Saramago’nun o çarpıcı eşsiz uslübuyla okursanız bugünde aynı körlük içinde yaşadığımızı daha da iyi hissedip görebilirsiniz.

Kitap okumaya yakın hissedin veya hissetmeyin hayatta yapmadan ölmemeniz gerekenler listenize bu kitabı okumayı da eklemelisiniz. Hele bu zamanlarda geçici bir körlük yaşamak ve sonrasında çok daha net görünmeyeni görmek isteyen gözlerle dünyaya bakmak istiyorsanız bırakın “Körlük”, sizi geçici olarak kör etsin…

GREENSEA

UYUMSUZ DEFNE KAMAN’IN MACERALARI “SU

Buket Uzuner’in Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları “SU” ‘dan alıntılar…. Mekan olarak sadece Kadıköy de geçen bir kitaptan masal tadında paylaşımlar 🙂

1)Sıcak bütün diktatörlerden daha zalimdir

2)İnsanların birbirlerini kolayca ve çabucak yargıladığı, kimsenin kimseye ayıracak vaktinin olmadığı, gözlerin sadece bayram etmekiçin baktığı, dünyanın bir “körler ülkesine” dönüştüğü, acının ve sevginin pazarlandığı zamanlarda yaşadığını fark etmek, hangi yaşta olursa olsun, yaşlanmaya başlamaktır.

3)Dünyanın herhangi bir yerinde 25 yıl kadar yaşamış biri, cehennemin bu dünyada olduğunu artık öğrenmiş, insanlık tarihi boyunca insanın en büyük düşmanının yalnızca insan olduğunu da çoktan fark etmiş olmalıdır.

4)Ey hala zamanını ve parasını okumaya ayırmakta direnen başımın tacı; onurlu, özgür ve eşitlikçi bir geleceğe dair hayalleri umutları olan biricik Okur! Bu kitabı eline aldığın andan itibaren hem artık onun hikayesinin içine girmiş bulunacak, hem de bittiğinde artık eskisi gibi olmayacaksın!

5)Öyle herkesin anlattığı gibi dağınık, duvarlardan ve yerlerden insanın üstüne kitaplar devrilecekmiş kaygısı veren, kasvetli, loş bir yer değildi.Binbir emek ve güçlükle, kurduğu güzel sahaf dükkanı. ” Ne münasebet canım, abartıyorlar işte.Bu dükkanda herşeyin kendi içinde mükemmel bir düzeni var!” diye sitemli gülümserdi Semahat, insanlar kendi dükkanı hakkında böyle şeyler söylediklerinde. Onun sadece “dükkan” diye andığı yer bir kitapçıydı, ama öyle herhangi bir kitapçı değil, artık pek kimsenin umrunda olmasa da bir sahaf dükkanıydı. Eskiliği; bir zamanlar en az bir kişinin okuduğu, gözlerinden zihnine düşünce ve duygular aktarmış oluşundan değerli, kimbilir hangi hayatlara kaç kere eşlik etmiş, görmüş geçirmiş kitaplardan meydana gelen on binlerce “söz dünyasının” ev sahibiydi. Bu yüzden yıllardır gurur duyarak işlettiği kitapçı dükkanı için “elden düşme kitapçı” deyimini hiç kullanmaz ve sevmezdi.Onun için her birinin kendi hayatı ve anıları olan kitapları şimdi yeni hayatlara hemde uygun fiyatla uğurlayan bir çeşit “büyükler için oyuncakçı” ya da “hayal dükkanı” sahibi olmak demekti. Sahaf Semahat kendini böyle görür, böyle mutlu olurdu. Dükkandaki 25.000’den fazla kitabı çocuğuymuş gibi sever ve tek tek tanırdı. Çoğu arkadaşı olan müşterilerine ve komşu esnafa sık sık “kitap ve hayvan sevmeyen insana güvenemem! ” derdi gülümseyerek.Gülümserdi, en sitemli ve üzgün zamanlarda bile hep gülümserdi sahaf Semahat. Bu yüzden gülümsemesine artık hüzün bulaşmıştı. Kalplerini gülümseme maskesi arkasına saklayarak daha fazla kırılmaktan korumaya çalışanlar bir gün artık sahiden gülümseyemediklerini fark ederler. Çünkü artık gülüşün gerçek dürtüsünü ve rengini unutmuş, böylece yitirmişlerdir. Unuttuklarımızı yitiririz! Ancak daha önce incinmiş olanlar, hüzünlü bir gülüşün arkasına saklanarak güvende olmayı tercih ederler çoğunlukla…

6)Tesadüfen okuyup büyülendiği güzel bir sözün, aslında Kutadgu Bilig’den sadece bir beyit olduğunu öğrendiğindekendi cehaletinden utanarak peşine düştüğü ve artık başucu kitabı yaptığı bu ” Mutluluk Bilgisi Kitabı”, Sahaf Semahat’in kıymetlisiydi. Henüz sahafa düşmeyen Kutadgu Bilig’in tam metni özenli bir baskıyla yayımlanınca Sahaf Semahat, istisnai bir hareketle, dükkanından çıkıp yeni kitap satan bir kitapçıdan kendine bir tane almıştı. İlk nüshası Uygur Alfebesiyle Türkçe yazılmış, Türk edebiyatının ilk yazılı eserlerinden olan , okullarda üstünkörü okutulup, çoğunlukla dalga geçilen bu eserin birçok beyiti, her okuyuşta Semahat’ın ya içini rahatlatır veya saflık ve iyiliğiyle onu hüzünlendirirdi. Ancak ister rahatlatsın, ister hüzünlendirsini özellikle geceleri dükkanında tek başına Kutadgu Bilig okurken, sanki mutluluk bilgisinin yazarı Yusuf Has Hacib ile karşılıklı çay içerlermiş gibi bardağını onun şerefine kaldırıp havada hayalen tokuşturur, onu gülümseyerek başıyla selamlardı.Yusuf Has Hacib de Semahat’e karşılık verir, bazen dertli, bazen bilge, bazende çapkınca gülümserdi. Onlarınki, kitap kurtlarının yalnızken sık sık sevdikleri yazarlarla yaşadıkları çok özel bir dostlukla aşk karışımıydı. Sahaf Semahat, memleket veya dünya hallerine üzüldüğü bir gün, Has Hacib ona, “Bilgili insan bu kaygı içinde nasıl kahkaha atar/ Ey bilgisiz, sen dağ keçisi gibi debelen dolaş” der, geçmişinde sır olarak sakladığı o uğursuz olayı hatırlayıp içi yandığı başka bir gün ise, ” Bu dünya itimada şayan; vefasız ve dönekhuyludur/ Ey akıllı insan ondan uzak dur, uzaklaş” derdi. Para ve iktidar hırsıyla halklarına eziyet eden yöneticilere kızdığı bir sonraki gün de, ” Binlerce sene yaşasan bile, sonunda nihayet öleceksin/ Dünyayı ne kadar toplasan da bir gün çekip gideceksin” derdi. Kuşkusuz bunun gibi bilgece sözleri farklı biçimlerde söylemiş pek çok güzel insan gelip geçmişti dünyadan, anck hiçbiri bu sözlerini topladığı kitabına “Mutluluk Bilgisi” adın vermemişti.Daha sonra ” devlet” sözcüğünün “mutluluk” ve “kut” anlamı da taşıdığını öğrenince, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olduğu yıllarda İstanbul’a verilen “Der-i Saadet” adının ” Mutluluk Kapısından çok “Devlet Kapısı” olarak kullanıldığını anlamıştı. Zaten Kanuni Sultan Süleyman’ın ünlü sözü ” Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi ” de geçen devlet de mutluluktu. 1070’de yazdığı bu müthiş kitapla Yusuf Has Hacib, unutulduğu köşesinde devleti yönetenlerin en başta halkın mutluluğunu sağlamakla yükümlü olduğunu, iktidara ve halka bin yıldır hatırlatmayı sürdürüyordu. Halkını mutlu, kutlu, devletli ederek iktidarını korumanın yollarını tadına doyulmaz bir dille anlatan kitabını lafı hiç dolaştırmadan “Mutlu Olmanın Bilgisi” olarak adlandıran Yusuf Has Hacib, bu yüzden Sahaf Semahat’in gözdesiydi. Çünkü o da mutlu olmayı dolaylı yollardan arayan milyonlarca insan gibi bazı yol kazalarına uğramıştı. Kedilerine de bu yüzden, Kutlu ve Bilgi adlarını vermişti. Kediler bunu bilmese de adları böyleydi.

7)Gerçekten insan kendi anne ve babasından soğuyabiliyormuş demek!Öz anne ve babasından hemde! buz gibi soğuyabiliyor insan! “artık “sadece geleneklerden değil, adı her ne olursa olsun, kimseye zararı olmayan insanlar adına kendinde karar verme hakkı bulan herkesten soğumuştu.Son iki yıldır gözlerinin önünde kendini handiyse “bitkisel hayata mahkum ederek anne ve babasını cezalandırdığı halde, onların bunun farkında bile olmadıklarını gördükçe daha da soğuyordu.Hem onlardan hemde dünyadaki bütün önyargı,katı gelenek ve göreneklerden…artık emindi ki, şimdi kardeş gibi didişen bu iki insan, biyolojik anne ve babası, hayatlarında hiç aşık olmamış,bir insanı bütün inançların üzerinde ve içinde hiç sevmemişlerdi.

BUKET UZUNER

BUDA’NIN ON DÜNYA GÖRÜŞÜ

Bu görüş günlük hayata en etkili biçimde, Japonya’da XIII. Yüzyılda, Nichiren Daishonin tarafından geçirildi. Nichiren bir tür Japon Sokrates’ti. Bilge ve iyiliksever bir öğretmen, aynı zamanda bir Budist rahip ve alim olan Nichiren, zamanında yaşanan yozlaşmaları gözler önüne sererek kendini ciddi bir politik kavganın içine sokmuştu. Özellikle de Budizm’in yönetici sınıf tarafından yozlaştırıldığını ve kitlelerin aydınlanması ve kalkınması yerine onları güçsüzleştirmek ve kontrol altında tutmak için kullanıldığını ortaya koymuştu. (Bütün dinler bu aşamadan geçer. Bazıları orada uzun zaman kalır. ) Tahmin edebileceğiniz gibi Nichiren, bu doğruları söyleyerek çok sayıda düşman edinmişti. Aynı zamanda az sayıda nüfuzlu arkadaşı da olmuştu. İdam cezasından kıl payı kurtulmuş, acımasız sürgünlere katlanmıştı. Ama hayatta kalarak diğer konuların yanı sıra On Dünya öğretisini de kapsayan Lotus Sutra’nın büyük yorumcusu olmuştu.

On Dünya aslında zihnin eşzamanlı olarak yaşadığı on farklı halidir. Güvecin içindeki malzemeler gibi hepsi bir arada var olurlar. Ama ne düşündüğünüze veya yaptığınıza veya çevrenizde neler olduğuna bağlı olarak, verili herhangi bir anda bu hallerden birini öncelikli olarak yaşarsınız. Bilincinizin ön safhalarına geçer ve sadece bir süreliğine diğerlerini gölgede bırakır. Gün içinde (ve siz uyurken de) pek çok kez bir hal diğerine dönüşür. Bu haller nelerdir? Adları cehennem, açlık, içgüdü, öfke ve sakinlik, esrime, öğrenme, kavrama, yardım etme ve uyanıştır. Özellikleri nelerdir?

  • CEHENNEM: Kötü ya da hoşa gitmeyen bir şey olduğunda sinirlenir yada üzülürsünüz. Herhangi bir endişe, korku ya da başka bir kaygı cehennem gibi olabilir. Kronik depresyon gibi hastalıklar ya da manik depresyonun depresyon hali de cehennem gibidir. Bazen patronlar, evlilik ya da iş hayatı da öyledir. Öfkeyle kendilerini yiyen insanlar cehennemdedir. Acı yada sıkıntı çektiğimizde cehennemde hissederiz. Burası mantığın ya da tutkunun da ötesinde, bulunabilecek en kötü haldir.
  • AÇLIK: Burada bahsedilen fiziksel açlık değil arzudur. Alkol, uyuşturucu ya da diğer şeylere bağımlı insanlar gibi saplantılı insanlar bu açlığı çeker. Çok sayıda obez insan, hayatlarında anlam, amaç, sevgi ya da şefkat için korkunç bir açlık içindedirler ve bu açlığı yemekle bastırmaya çalışıp başarılı olamazlar. Sürekli yerler ama doymazlar. Bu tür açlıklar uç (ya da yapay) tutkulardır.
  • İÇGÜDÜ: Bunlar size bedensel doğanızın verdiği hayvani iştah ve dürtülerdir. Hava, yemek, içmek, uyumak, sevgi, şefkat, boşaltım ve sekse olan normal ihtiyaçların hepsi içgüdüseldir. Öğrenilmiş değillerdir. Kimse size susamaya, yorulmayı, sevgi beklemeyi ya da şehvet duymayı öğretmez. Ne zaman yemeniz gerektiğini bilmek için bir saate ihtiyaç duymazsınız; mideniz size söyler. Hayvani iştahlarımız normal (doğal) tutkulardır.
  • ÖFKE: Öfke, sinirlenmekten daha fazla anlam taşır. Bazıları sürekli öfkeli görünür bazıları da ara sıra huysuzlaşır. Bazıları sokaklarındaki bir otomobilin alarmı ya da metro da duydukları ucuz parfüm kokusu gibi bir uyarandan rahatsız olur. Bazıları rahatsızlık veren uyarana karşı mücadele etmeye meyillidir ve sürekli olarak kendi inançlarını öfkeyle kabul ettirmeye çalışırlar. Bazıları her zaman tartışmacı veya aşırı eleştireldir. Bazıları ise kibirli ve sadisttir. Bu tür öfkeler mantıksız ve abartılmış tutkulardır.
  • SAKİNLİK: Bu hal, zihninizin sakin bir günde bir gölün durgun yüzeyi gibi dingin olduğu sakin bir durumdur. Bu hali genellikle yorucu bir fiziksel çabadan veya ağır bir yemekten sonra, meditasyon sırasında, uzun bir yolculukta, hayal kurarken ya da uykunun bazı aşamalarında yaşarsınız. Sizi özellikle rahatsız eden kendiniz dahil hiçbir şey yoktur. Sakinlik doğallıktır hem tutkunun hem mantığın olmadığı halidir.
  • ESRİME: Bu bir ani mutluluk yada çoşku halidir. İş yerinde terfi ya da zam almış olabilirsiniz. Belki de kişisel bir yenilenme yaşamış yada hayallerinizdeki evi satın almışsınızdır. Bu ve benzeri durumlar devam ettiği sürece esrime halinden daha iyi hissettiren hiçbir şey olamaz. Esrime durumu en mutluluk verici tutkudur ama tam da bu yüzden sonsuza dek sürmez.
  • ÖĞRENME: Bu halde kavrama yeteneklerinizi geliştirir, entelektüel kaslarınızı esnetirsiniz. Yeni bir dil, bir kavram, bir müzik parçası ya da yeni bir oyun öğreniyor olabilirsiniz. İlgilendiğiniz ne olursa olsun düşünen zihniniz meşgul ve donanımlıdır. Mantık yürüten bir bireysinizdir.
  • KAVRAMA: Kavramak keşfetmek, yaratıcılık, icat ve bağlantı kurmak demektir. Kavrayış, yaratıcı tutkudan ilham alan mantıktır.
  • YARDIM ETME: Zihnin yardım etme hali vericidir. Bu halin daha yüksek seviyelerinde karşılık beklemez. Sadece başkalarının kaygılarını rahatlatmayı amaçlar. Böyle yardımcılara ‘ bodisatva’ denir.
    • UYANIŞ:Diğer dokuz dünya, az ya da çok zihnin kısmen uyanık halleridir. Tamamen uyanışın dünyası Buda’nın zihin durumudur. Lotus Sutra sizin de bir Buda olduğunuzu ama bunu tamamen fark etmemiş olabileceğinizi öğretir. Bu, acının bile sükunetle dindiği tek haldir. Cehennemden etkilenmez. Bulunulacak en iyi haldir.