HIRİSTİYANLIK BUDİZM VE NIETZSCHE

Nietzsche’nin Deccal eseri “Bu kitap sayıca en az olanlarındır , belki de hiçbiri yaşamıyor daha. Onlar, benim Zerdüşt’ümü anlayanlar olacaklar.” diye başlar. Nietzsche’ye göre, insan yaşamında kendine zararlı olana yöneldikçe bir decadence’ın da başladığını ileri sürer. Nietzsche’ye göre insana zararlı olan Hıristiyanlıktır çünkü Hıristiyanlık decadence’ı,(karamsarlık, gerileme, yaşamdan soyutlama), insanı yaşamda istemekten ve yaşamı istemekten uzaklaştırır.

Nietzsche eserinde, decadence kavramı ile bakıldığında Schopenhauer’ı da eleştirir. Ona göre Schopenhauer’ın felsefesi fazlasıyla karamsar bir felsefedir;Hıristiyanlıktan farksızdır. Schopenhauer istemenin sonunun olmadığını bu yüzden kişinin istedikleri için mücadele etmesinin gereği ve anlamı olmadığını düşünür. Nasıl olsa istediğimiz şeyler gerçekleşse de gerçekleşmese de yeni isteklerimiz olacaktır. Nietzsche, işte tam olarak buna karşı çıkar.

Platon ve Kant’ta temelini bulan yaşadığımız dünyanın sadece bir görünüm olduğu düşüncesini ve bir görünüm olarak dünyanın ancak saf bir ruhun dünyası olabileceğini sert bir şekilde eleştirir çünkü Nietzsche’ye göre ,saf ruh yoktur ancak ilahiyatçılar varolduğunu söyleyerek , insanı dinin içinde yaşamın dışında tutarlar.

Nietzsche’ye göre din, Tanrı, Ruh gibi hayali nedenlerden ve günah gibi hayali kavramlardan oluşmuştur. Dinin, insan psikolojisine dayanarak oluşturduğu amaçları olsa da Nietzsche için din yalanlar üstüne kurulmuştur. Dinleri karşılaştırdığında Nietzsche, Budizm’i Hıristiyanlığa göre daha gerçekçi ve akılcı bulur. Budizm’de bir dinginlik, neşe vardır. Hıristiyanlık gibi karamsar değildir. Bu dünyaya aittir ve Hıristiyanlığın aksine yaşamın içindedir.

GREENSEA

ÇEKİÇ İLE YAPILAN FELSEFE SERT OLUR! 

Felsefe, Zerdüşt insanların arasına karışmadan önce de zor ve tehlikeliydi Zerdüşt’ün insanlarla konuşmasıyla felsefe hayata ve insana değdi. İnsanlar tarafından fazlasıyla anlaşılmaz ve komik görülen, hatta kahkahalarla dinlenen Zerdüşt, önce insanları sonra insanların doğru diye kabullendiklerini sarsmaya ve yıkmaya başladı.

Eskimiş gelenek görenekleri, kalıplaşmış inançları, değişmez sanılan ne varsa sarsarak çekiciyle bir bir yıkarken; neden bu kadar sert ve yıkıcı olduğunu sordular.

Nietzsche çekiciyle cevapladı soruyu;

“Neden bu kadar sertsin?” — demişti bir zamanlar alelade kömür elmasa; “Oysa biz yakın akraba değil miyiz?” —

Neden bu kadar yumuşaksınız? — diye soruyorum ben size, ey kardeşlerim: yoksa — kardeşlerim değil misiniz?

Neden böyle yumuşak, bu kadar uysalsınız, neden her şeye bu kadar razısınız? Neden bu kadar çok inkar ve reddediş var yüreklerinizde? Bu kadar az kader var bakışlarınızda?

Ve kader olmayacak, acımasızlar olmayacaksanız: nasıl zafer kazanacaksınız benimle birlikte?

Sertliğiniz şimşek gibi çakmak, kesmek ve deşmek istemiyorsa: günün birinde benimle birlikte nasıl — yaratacaksınız?

Çünkü yaratanlar serttir. Ellerinizi balmumuna basar gibi binlerce yılın üzerine basmayı, mutluluk olarak görmelisiniz, — — bin yıllık istemin üzerine madenin üzerine kazır gibi kazımayı, mutluluk olarak görmelisiniz — madenden daha sert, madenden daha asil. En asil olandır yalnızca bütünüyle sert olan.

Bu yeni levhayı koyuyorum üzerinize; ey kardeşlerim: Sert olun!

GREENSEA

MİZOJİNİSTLER VE BİLGELİK TANRIÇALARI

Gündelik hayatlarımızda kadın düşmanlığına kadar varan ataerkil bir anlayışın varlığı, felsefe alanında da kadın felsefecilerin uzun süre geri planda kalmalarına neden olmuştur. Antikçağda kadınların toplumsal konumunun erkeklere oranla aşağı düzeyde oluşu ve Yahudi-Hıristiyan geleneğinin cinsiyet ayrımcılığı da hesaba katıldığında Schopenhauer, Rousseau, Sartre gibi kadın düşmanı olarak bilinen düşünürlerin ataerkil egemenliğinin felsefe alanında da sürmesi düşündürücü olsa da pek de şaşırtıcı değildir.
Sartre’a göre cinsellik ve aşk ilişkisinde hiçbir zaman eşitlik yoktur. Kadınlardan “yarıklar” diye söz eden Sartre, erkeğin ancak onu doldurmayı arzu ettiğini söyler. Sartre ‘a göre; kadınsı olan “kendinde varlığı”, erkeksi olan ise “kendi için varlığı” temsil eder. Kadınlar özgür değildir, erkekler ise özgürlüklerini korumak için “kendinde olan varlık” olan kadın tarafından boğulma tehlikesini sadece erkeklerde bulunan akılcı düşünme yoluyla savuşturmak zorundadır.
Kadın düşmanlığında Sartre’dan pek de aşağı kalmayan Schopenhauer, kadınları sadece çocukların hemşireleri ve öğretmenleri olamaya layık görür. Ona göre, kadınlar en az çocuklar kadar aptal ve basiretsiz olmalarının yanı sıra, çocukla erkek arasında kalan büyük çocuklardır. Gerçek insan erkektir, kadınlar ise sadece ara aşamada kalmış türden ibarettir.
Rousseau da kadınlar konusunda Schopenhauer’dan farksızdır. Kadınların sanatsal dehaları olmadığından hiçbirinin sanat sevmediğini, sanatla özdeşleşemediği konusunda Schopenhauer ile hemfikirdir. Schopenhauer’un özel hayatında kadınlarla olan deneyimleri düşünüldüğünde Schopenhauer’u anlamak mümkün olsa da hümanist düşüncelerle özgür ve eşit insanlığı savunan Rousseau’nun Schopenhauer ile benzer düşüncelere sahip oluşunu anlamlandırmak zordur.
Felsefe tarihi boyunca görüyoruz ki; düşünce ve düşünmek erkeklerle, duygu ve duygulanmak ise kadınlarla özdeşleşmiştir. Felsefe ve felsefi sorunlar üzerine düşünen filozoflar Antik Çağ’dan Rönesans’a kadar felsefe sözcüğündeki “Sophia”nın yani bilgelik Tanrıçası’nın gizlendiğinin bile farkına varmamışlardır.
Alman yazar Irmtraud Morgner “Bilgelik Tanrıçalarının da varlığına dikkat çekerek; “filozoflar şimdiye kadar dünyayı sadece erkeklere göre yorumladılar fakat dünyanın insanlık bakımından değiştirilmesi için kadınca da yorumlanması gerekir “ demiş ve Krotonlu Theano, İskenderiyeli Hypatia, Bingenli Hildegard, Mary Wollstonecraft, Hannah Arendt ve günümüz Türk düşününün önemli isimlerinden biri olan İonna Kuçuradi gibi daha birçoklarının da erkek düşünürlerin gölgesinden kurtulmasına önayak olmuştur.
XXI. yüzyılda kadın düşünürlerin çalışmalarına Antikçağ’a oranla daha sık yer veriliyor olsa da hala erkek düşünürlerin gölgesinden tamamen kurtulabilmiş bir Bilgelik Tanrıçasının eksikliğini hissediyoruz.
GREENSEA

CANLI VARLIĞIN ZİHİNLE DENEYİMİ

Pireler rahatlıkla çok yükseğe sıçrayabilen hayvanlardır. Pire sirklerinde pireler birçok hayvanla gösteri yaparlar. Gösteriler de belli yükseklikteki cam kavanozun içerisinde sıçrar dururlar ve hiçbirisi bunun üzerinde sıçrayıp kaçamaz. Ömürleri birkaç hafta ile birkaç ay arasında değişen bu hayvanların eğitimi haftalarca sürebilir ve bu yüzden pirelerin çoğu daha sirkte hiç gösteri yapamadan ölür.

Pireler bu yeteneklerine rağmen nasıl fazla yüksekliğe zıplayıp kaçmazlar?

Pireleri eğitim sırasında bir cam kavanozun içine koyarlar. Kavanozun tavanı da camla kaplıdır. Kavanoz alttan ısıtılır. Zavallı pireler zıplayarak kaçmaya çalışırlar ama nafile. Tavandaki cama çarparak düşerler.

Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplar, tekrar cama vururlar. Pireler sonunda cam tavan sayesinde bu yükseklikten fazla zıplamamayı öğrenirler. Cam kapak açıldığında da daha fazla yükseğe atlamazlar.
Deneyimleyerek çaresizliği öğrenen pireler artık sirkte gösteriye hazırdır. Üzerlerinde cam engeli olmamasına ve daha yükseğe zıplama imkânları olmasına rağmen buna hiç cesaret edemezler.

Öğrendikleri çaresizlik nedeniyle var olan yeteneklerini ömürlerinin sonuna kadar kullanamazlar. Köle olarak yaşamaya devam ederler. Özgürlükleriyle aralarında aslında zihinlerinde oluşturduğu cam tavan vardır.

Çünkü zihin geçmişte ve öğrenilmişliklerle yaşar.
Çünkü zihin, bilginin içindedir…
Zihin sonradan geldiği için hep geriye bakar…

Varlık ise“şimdi’ dir, andır, andadır.

Hayat da tıpkı varlık gibi insan ömrü boyunca hep ileri gider, geriye gitmez. Hayat, geriye gidiyor olsaydı zihni kullanmak anlamlı olabilirdi.

Oysa insanlar ve tüm canlılar geçmişten çok geleceği düşünürler. Çünkü gelecek, ilerlemek isteyen zihnin, varlığın gıdasıdır.

GREENSEA